20 Ağustos 2010 Cuma

Ölü Gömücü

Anlatmak istediklerim; paslı demirler ve genç çelik dişliler arasında ezilen beyin damarlarımla ilgili...
                   
         Damarlarımı kavrayıp bedenimden ayırmaya azmeden o ses,

         Hani, mavi önlüklü kızın; makinanın çevresinde koşturken alnından burgu burgu akan.

          Elimi demirden bir pençeymişçesine sıkıyorum.

          Azmediyorum ezeceğim parmak uçlarıma girip, çıkan çeliği.

          Yok hayır, yine devam ediyor.

          Çıf, çıf, çıf, çıf, çıf...

Yefim Zozula'nın ununu sırtımda taşıyor olmalıyım.

Yoksa bıyıkları daha yeni terlemiş bir delikanlının, miço türkülerine gizlenmiş,

Hayra yorulan rüyalarındaki aldanıştır bu.

Hayır, uyanığım...

Un ağır... cadde ıslak...pis şehir....

Sırtımda tonlarcaymışçasına yük.

Alnımda çatlayan yağmur suyu.

Su yıldırımların eseri.

...

Lambası dökülmüş o küçük tuvaletlerde, kreç gibi bir yüzün hayali.

Sırrı dökülmüş, kirli aynalara bakarken genç işçi.

Acı bir gülümseyişe gizlenmiş, ne ağır yenilgi.

Mandela diye bağırıyor.

İşte buradayım, ki öyle kırılgan.

Buradayım ve senim...

Bak Arthur, benim de bileklerimde senin kelepçelerin.

Ve sizler;

Ey ermiş taslamacıları.

Kaç çocuğun gözlerindeki baharı,

Elindeki çalı süpürgeyle, tozuttura tozuttura süpürdüğünü gördünüz?

Kaç ananın yüreğinde seyriyen acının, nasırlı ellerindeki aksine dokundunuz, öptünüz?

Ve benim.

Kitap sayfalarındaki taze fındık kokusunu, fare sidiği sararmışlığına denk gören.

Yanakları güneş yanığı köy çocuklarını koklayarak öpen.

Kulak kesilin ve dinleyin ince kum taneciklerinin hikayelerini.

Neler fısıldamaktalar size?

Neyi anlatamamaktalar, neden utanıp susmaktalar gün be gün...

Ve on dört yılın artığıdır,

Anlatamayan susuşların

Dağ köylerindeki hikayesi.

Avucumdaki iki portakaldır,

 Gaz lambasının ışığındaki o muazzam turuncu.

Dinleyin.

Düşleri gizli ve izbe yerlerde büyüyen,

Sigortasız hanelerin forsaları.

İki odalı o küçük hanelerde; evlerin nasıl su bastığını, sonra nasıl üşünüldüğünü gören çocuklar,

Tüp almaya parası olmadığı için, çalı çırpıyla bir tas yemek pişiren evdeki isyanlar,

Fırıncıdan utana sıkıla istenen bayat ekmek sesleri.

Beni dinleyin...

...

Flubert olmalı da yazmalı bunu.

Yahut Emile Zola.

Henüz on beşinde işçi kızların, ölülerinin dahi örselendiği.

Ölülerin çoğaldıkça yaşamın sefilleştiğini.

Beni dinleyin.

Kan, irin, bıçak, gövde, isyan,sömürge!

Gözleri kıpkızıl...

Bir fahişenin yüzülmüş derisindeki saatlerde gizli,

Ağırlaşmış bir kokudur zaman.

Kum taneciklerinin susmasının sebebi.

Dinleyin ey sömürgeler, paryalar, forsalar!

Hesabına uydurulmuş redingot takırtılarının, sefil beyinlerimizi donuklaştırdığını;

Hesabına uydurulamamış yasadışı grevlerin,

İş yeri talanlarının,

Ellerimizi makinalara vura vura;

Hak, ekmek, umut nara seslerini nasıl boğduğunu.

Ve ellerim, paslı demirlerin renginde.

Yasa dışı bir YASA!

Fabrikanın korkuluğuna tutunmuş.

Bağırıyorum, bağırıyorum, bağırıyorum...

Ben özgürlük istiyorum...

Ben özgürlük istiyorum...

Ben özgürlük istiyorum...

Ve birden gözlerim karanlığa gömüldü.

Sabah sekiz, akşam on iki.

Servis sarsıla sarsıla ilerliyor.

Uzun bir ip gibi kıvrılan yollara bakıyorum.

Yatağıma kıvrılıyorum sonra.

Düşlerim denizin mavisine karşı çıkmış, o kuduz beyazlığın hışmında gizli.

Ağlıyorum.

Baş ucumda beni deli eden bir yığın kitap.

Tabur tabur düşünce.

Ve yalnızlık.

Düşüm.

Sabah sekiz, akşam on iki rüyasında gördüğüm.

Zühre, Fadime, Elif, Emine.

Parmak uçlarıma giren, ince uçlu çelik.

Kıymık gibi batıyor, büyük bir isyanla kalbime.

Anamın rahminde gibi, kıvrılırken içim.

Yine duyuyorum!

Çıf, çıf, çıf, çıf, çıf...