21 Ekim 2010 Perşembe

Müze

Beynimi tırmalıyorlar, kaynağını keşfedemediğim bir makine sesi bu. Sonra kahkahalar savruluyor etrafımda, ne oldu diye bakınmama kalmıyor; güçlü bir kaptan bacağımı kaptığı, gibi sürüklemeye başladı beni. Uyanmak istiyorum ama nafile. Kurtulamadığım bir karabasan bu. Yataktan ters yöne dönmemle birlikte, ranzanın ikinci katından gürültüyle yuvarlandım. Başım doğal gaz peteğine çarptı. Bir gürültüdür koptu koridorda; arkadaşlarım paldır küldür içeriye döküldüler. Henüz karabasanın şokunu atlatamayan ben, bir yandan da kafamı tutuyor bir yandan da bana ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Yavaşça kaldırdılar beni, başımın kenarına bir yastık koyup Müge' nin yatağına yatıranlar; kendilerini tutamayıp kahkahayı basıyor, odaya yeni yeni doluşmaya başlayan ötekilere; nasıl yuvarlandığımı, şaşkın şaşkın toparlanmaya  nasıl da, çalıştığımı anlatıyorlardı.

Başımın zonklayışı bir yandan, bir yandan olayın şoku; bizim kızlara ana avrat, hayır hasenat dümdüz gidiyor, ağlaya ağlaya defolun gidin başımdan diye bağırıyordum.

Benim hayırlı hesenatlı sövüşlerim işe yapamış olmalı ki, herkes odadan çekildi. Ben ise ranzanın ikinci katına bir daha gözüme kestiremediğimden Müge'nin yatağına iyiden iyiye yerleştim. Aldığım ağır panik atak haplarının etkisiyle  beynim hiç birşey olmamış gibi tekrar uykuya geçti.

Gürültüyle zırıl zırıl çalan saati, komidinden el yordamıyla almamla odanın ortasına fırlattım. Susmuştu... Uykuya tekrar dalmıştım ki, lanet olası saat; yerine getirilmesi gereken ödevlerimizi anımsatan idealist bir buda gibi, uyanmam için halıfileksin ortasında tekrar tepinmeye başlamıştı. Mayhoş kafayla yerimden doğruldum, saatin üzerine, kahraman bir asker gibi, tüm hışmımla yürüdüm. Pillerini çıkarttım, gülümseyerek komidinin kenarına koydum.

Yatağımın kenarına gelip tekrar yatsam mı yatmasam mı türünden iç geçirdikten sonra paytak paytak lavobonun yolunu tuttum. Aynada izlediğim ben, korku filmlerindeki kaçkınları andıran saçlarımla pek bir şıktım. Kıyafetlerimi ar acele giydikten sonra,  bahtına zorunlu olarak ranzanın ikinci katı düşmüş; uykusunda mırım mırım konuşan Müge'yi dürtükleyerek '' hadi ben çıkıyorum Müğiş''  dedim. Duydu mu duymadı mı emin değilim ama, kapıyı kapatım çıktım. Dışarda gün daha yeni ağarmaya başlamıştı, altı buçuk trenine binerek İstanbul yolunu tuttum. Tren sessiz ve tenhaydı. Açılmak için elimin tersiyle trenin buğulu camını silip dışarıdaki sise bakıyor, bir yandan da gece başıma gelenleri düşünüyordum. Tanrım beni cin mi çarpmıştı? Yıllardan beri kullnadığım ranzadan nasıl olur da düşebilirdim.Biraz daha ilerledikten sonra; beni Karaköyde karşılıyacak olan arkadaşım İlter'e uyanması için günaydın mesajı çektim. Yarım saat sonra nerde olduğumu sorunca; '' Haydar Paşa'ya indim yiğen'' diye bir mesaj daha çektim.

Yolu  bana tekrar tekrar anlatan mesaj trafiğinden sonra; yaşlı bir amcaya takılıp, Karaköy vapuruna sohbet ede ede yürüyerek bindik. Amca ''en son ki iskelede ineceksin, yolcuların boşalmasından anlarsın'' diyerek bir sonraki iskelede indi. O indikten sonra, bir iskeleye daha yanaştık. Herkes inmek için ayağı kalkınca ben de herhalde burası amcanın dediği yer, diyerek doğruldum. Arkadaşım İlter henüz beni karşılamaya gelmemişti, sen ordaki kafalere takıl dedi ama ortalıkta kafe filan gözükmüyordu. Bende sırf merakımdan filimlerde gördüğüm bir köprünün üstünde oltlarıyla balık tutmakta olan insanların yanına yürüdüm. Burası şu ünlü kalata köprüsümü? Hımm, şu tuttuğun balıklar ne peki? Demek mezgit, peki oltayı nasıl tutuyorsun? Nasıl anlıyorsun oltaya balık geldiğini? Hımm... Demek öyle, derken telefonum çaldı.

-İskelenin önündeyim Ayşe, sen nerdesin?

-Galata köprüsünün üzerindeyim.

-Ne işin var Galata köprüsünün üzerinde!

-Hiç öyle merak ettim.

-Çabuk in deli!

-Tamam akıllı, sen nerdesin?

-İskelenin dibinde.

-Tamam geliyorum, diyerek telefonu kapadım.

Yanlış yerde indiğimi ne İlter ne balıkçılar ne de ben fark edemediğimden, bir o yana bir bu yana gidiyor balıkçı tezgahlarının dibinde merakla onu arıyordum. Tekrar aradım, arkadaşım cep telefonunun ucunda sinirden küplere binmişti, bense başıma geceden beri gelen bu şansızlıklardan ötürü gülme krizine giriyor doğru düzgün konuşamadan telefonu kapatıyordum. Kontürlerimi epey bir tükettikten sonra; yoldan çevidiğim birine, arkadaşımla konuşması ve hayrına olayı açığa çıkarması için, telefonu uzattım. Genç adam bir iki sorudan sonra başını onaylarcasına salladı ve bana dönüp ''yanlış yerde inmişsin kardeşim''; köprünün öteki tarafındaki iskelede inmeliymişsin, arkadaşın orda bekliyor diyerek bana yolu tarif etti.

İlteri görünce kahkahayı bastım, bir iki birbirimizi patakladıktan sonra yürümeye başladık. Gideceğimiz yer üniversite hocamızın ödev için gönderdiği bir müzeydi. Müze çeşitli kadavraların sergilendiği, ürküntü verici garip bir yerdi. Ben yaşayabileceğim heyecanı ertelemek için, espiri üstüne espiri patlatan arkadaşıma karşılık vererek güle eğlene ilerliyorduk. Şüphelenmeme en ufak bir mahal bırakmadan olayı çok önemsizmişçesine geçiştiriyor, çıktıktan sonra bir çorbacıda karnımızı doyurmayı planlıyorduk.

Müzenin önüne bu keyifle gelirken, erteledikçe ertelediğim panik atak nöbetim gıgım gıdım zihimi kurcalamaya yavaşça ben burdayı beni sakın unutma türünden kendini hatırlatıyordu. Bu depresif durumu arkadaşıma çaktırmamak için elimden geleni yapıyor, sahte gülücüklerle pek korkmadığımı ona çok belirgin bir şekilde hissettirmeye çalışıyordum. Biletleri aldıktan sonra, daha içeriye girmeden kalp atışlarım belirgin bir düzeyde artmıştı. İlter'in koluna fark edemeden tutundum.

_Korkuyor musun cadı? diye sordu.

-Saçmalama ne korkucam ama biraz heyecan ve tedirginlik var, istem dışı...

Benle alay edercesine;

- Hadi be rengin attı hafifçe, ne de ödlekmişsin sen ya!

Ona ileri derecede panik atak tedavisi gördüğümü anlatırsam, arkadaşların diline kolaylıkla düşme potansiyelim çok yüksekti. Bu sözlerine alındığımı belli etmemeye çalışıp, bir iki derin nefes daha aldıktan sonra kolunu inca parmaklarımla iyice kıstım. Parmaklarım kolunu acıtmış olmalı ki;

-Kasma kendini, kolumu acıttın, dedi.

İçeriye girdik, pazarda alışverişe gitmiş gibi rahat görünmeye çalışıyordum. Biraz daha ilerleyince; kadavranın eline bir bez parçası gibi konulmuş, bembeyaz bir insan derisi görünce sessizce '' yuh artık!'' diyip camekanın önünde çakılı kaldım. Bu benim panik atağımı iyice beliren atraksiyonlarıyla tetiklemeye yetmiştide artmıştı bile. Gözlerimi çevirip olaydan kurtulmalıydım. Kalbimin çırpıntılarını en aza indirgemek için oldukça yavaş yürüyordum. Daha sonra uğrayacağımız duraklarlara üstün körü bakıyor, yanlarındaki açıklamları okumakla yetiniyordum. Önüme o kadar çok bakıyor, İlter'in dürtüklemesiyle hayata dönüyordum ki, insanların yavaş yavaş çevremizden çıkışa yöneldiklerini algılayamıyordum bile. En son bir iki kişi kaldığında ben iyice tenhalaştığını kavramama fırsat vermeden İlter kolumdan tutup;

- Bak burda ne var! Video odasıymış burası, hadi gidelim.

Birşey diyememiştim, yürüdük.

Oda da büyük video ekranın ışığından başka herşey zifiri karanlıktı. Sıralanmış sandelyelere ikimiz yanyana oturduk. Görüntüler mide bulandırıcıydı. İlter muhlanmış gibi ekrana bakıyordu. Birden başı hafifçe yana düştü. Ben bunu fark ettim, fakat bayılmış olabileceğini tahmin etmediğimden; biraz  hada alttaki açıklamaları okudum. Çabuk sıkılmıştım yanıma dönüp kalkalım diye onu dürtükledim. İlter buna cevap vermedi, bir kez daha dürtükledim. Pat diye önüme düştü. Sendeleyip bağırmaya başladım, eğilip yüzüne baktım, gözleri kapalıydı. Yardım için başımı çevirdiğimde; biraz evvel kolonun köşesinden videoyu izleyen gençlerin, yerinde olmadıklarını gördüm. Videodan sesler ve görüntüler akmaya devam ediyordu. İlterin yanaklarını bir iki şaplattıktan sonra, kendine gelmediğini görünce şaşkınlıkla kalkıp odadan çıktım. Müzenin içinde poz vererek duran ölü kadavralarından başka bir Allahın kulu yoktu. Kalbim çıldırıcasına çarpmaya başlamıştı, hızla çıkışa doğru yöneldim. Hızlı adımlarla çıkışa doğru koşarken bağrınmaya devam ediyordum. Çıkş kapısı  büyük ve siyah bir duvarla kapatılmıştı, yanlış yere geldiğimi düşünerek bir daha bakındım etrafa, hayır geldiğim yer doğruydu. Kapana kısılmış gibiydim. Çıldırmışçasına bağırmaya başladım.

- İmdat! Görevliler...Kurtarın! Çıkmak istiyorum... Bayıldı arkadaşım...

Daha fazla bağıramıyordum, sanki biraz daha bağırsam ölüleri rahatsız edecek onları uyandıracak gibi bir duygu vardı içimde. Bir iki daha şaşkın şaşkın koşturdıktan sonra herhangi bir yardımın gelmediğini, kimsenin bana cevap vermediğini duyunca, koşar adım tekrar video odasının koridoruna yöneldim. Videodaki sesler hiç birşey olmamış gibi kaldığı yerden devam ediyordu. Köşeyi döndüğümde İlterin yerinde olmadığını gördüm. Boğulacak gibiydim nerdeydi bu adam! Ellerimle başımı tutarak olanları anlamaya çabalıyordum. İlter... İlter ayılmışta olabilir, doğru ya niye panik yapıyorum? Baygınlığı geçmiştir muhakak...Evet evet geçmiştir... Aramaya koyuldu beni...Odadan tekrar çıkarak;

_İlter! İlter... Allahın cezası nerdesin? Tekrar mı bayıldın! İlter... Kimse yok mu?... Sesime cevap verin!...

Biraz bekleyip soluklandım, ama aklım başımdan bütünüyle gitmişti. Aklıma telefonla onu aramak geldi. Doğru ya belki de şimdi telefonunu açmış, aramamı bekliyordu. Elimi çantaya atıp aramaya koyuldum. Yoktu... Çantayı eğilerek yere döktüm. Yok! Tanrım yardım da isteyebilirdim onunla. Nerde olabilirdi? Çıldıracak gibiydim.

Kalkıp tekrar çıkışı aramaya koyuldum. Hıçkırarak ağlıyor, delirmiş gibi bağrınıyordum. Bir labirente sıkışmış gibi hissediyordum kendimi. Ara ara gözgöze geldiğim ölüler, kapana kısıldın dercesine bana bakıyorlardı. Böyle birşey gerçek olamazdı. İnanmak istemiyordum kapana kısıldığıma.

-Lanet olası nerdesin! İlter... Sesime cevap ver gıcık şey!... Benimle dalga mı geçiyorsunuz?

Artık tıkanmıştım, yere yığılıp hıçkıra hıçkıra ağlama başlamıştım ki; bir gürültü işittim, sonra bir çığlık... Yüreğim yerinden kopmuştu. Zıngır zıngır titriyordum. Yerimden fırladığım gibi, çantamı döktüğüm köşeye koştum, çömelip iyice sindim. Ses kesilmişti. Su şişemi titreyen ellerimle sanki biri benim elimi kapacakmışcasına korkuyla yerden aldım. Petin ağzını açıp bir iki yudum içtim. Doğrulup hızla video odasına geçtim. Kahrolası İlter, benle dalga geçercesine aynı yerde yatıyordu. Yanağına esaslı bir güçle sille indirdim, ayılmıyordu. Yakasını tutup sallıyor ayılmasını sağlama çalışırak bağırmaya devam ediyordum.

-Allahın belası... Geri zekalı! Açsana gözlerini... Biraz evvel neredeydin manyak!... Yalvarırım aç gözlerini... Hadi kendine gel...

Dudaklarını anlamlı anlamsız aralayarak mırıldanmaya başladı, güç bela koltuk altlarından tuta tuta onu duvara dayadım.

_ İlter gözünü seveyim aç gözünü... Kendine gel... Çıldırcam ne olur aç, aç hadi gözlerini... Geri zekalı açsana! Ne oluyor burda? İlter aç! Ne yaptılar sana...

Acımaya başlamıştım, acaba birşey mi içirmiştiler ona? Yoksa saralımıydı? Ne olmuştu müzedeki insanlara, nereye gitmişlerdi öyle birden bire? Neden kapılar kapalıydı? Bizi diri diri öldürecekmiydiler? Ne olacaktı! Ne? Ne? Ne?

Allahın cezası görevliler neredeydi, ya o çığlık! O neyin nesiydi Tanrı aşkına?

Tam bu sırada dışarda bir ses daha işittim. Odanın kenarını dizilmiş sandalyelerden bir tanesini kaptığım gibi yavaş adımlarla koridora doğru yöneldim. Ölülerin yerleri değiştirilmişti, yanlarındaki yazılar yoktu ve birden elktirikler gitti. Bir iki saniye duvara yapıştım, yavaş yavaş elektirikler geldi. Işıklandırmanın biri yanıyorsa öteki sönüyor, öteki yanıyorsa beriki kapanıyordu. Birinin koluma dokunduğunu fark etmemle, sandalyeyi kafasına geçirdim.

İlterdi bu. Kafasını tutuyor. Manyak mısın diye bağırıyordu.

Zırıl zırıl ağlamaya başladım. Olanları ona anlatmaya çalışıyordum.

- İlter bizi buraya kapadılar... Çıldırcam, çıldırcam... Kapadılar, kapadılar bizi... Öldürcekler bizi... Yalvarırım bişe yap... Birşey yap kurtar bizi...

Bu arada İlter kollarımı kavramaya çalışarak beni güç bela teskin etmeye çalışıyordu.

- Canım... Tatlım kendine gel, biz sadece ufacık bir şa... ka... Ufacık bir şaka...

Ben;

- Şaka! ufacık bir şaka ha! Sen ne diyorsun geri zekalı?

Çığlık çığlığa küfür sallıyordum ona, tekmeleyip bağrınıyordum ki; Müge beni uykumdan uyandırdı. Ter içinde kalmıştım. Büyük bir kabus görmüştüm tekrar. Ban bir kaç yudum daha su içirdiler. Doğrulup yüzüme bir iki su vurdum, pencerenin kanadını açıp gecenin soğuğuyla yavaş yavaş kendime geliyordum. Komidinin üzerinden Müge'nin sigarasından sigara kullanamadığım halde bir tane tırtıkladım. Sigarayı yakıp pöfördete pöfürdete içmeye başlamıştım. Müge ranzanın ikinci katından doğrulup;

-Göremedim zannetme cigaramı tırıtıkladığını. Kızım yatsana... Gecenin vaktinde uykun kaçarsa yarın uyanamazsın, altı buçuk trenine. Yetişemezsin söyliyim. Sahi ne yapcan yarın müzede çok merak ediyorum.
İlaçlarını almayı sakın sakın ihmal etme diyerek gülmeye başladı.

Ben;

-Kızım sana şurdan bir uçar tekme atarım, yat zıbar da uyu. Bana müze filan da deme.

Müge;

- Niye kızım ya? Ne güzel müze... Kadavra müzesi.... Immm. Bayılırsın sen öyle yerlere...

Ben;

-Ya sen benle dalga mı geçiyorsun?

Müge;

- Yooo, diyerek gülmeye devam etti.

Yastığı kafasına geçirip, türlü beddular ona ede ede susmasını sağladım.

Zıbardı diye fısıldayarak güldüm. Uykum bütünüyle kaçmıştı. Sbahın olmasını beklemeden elime kalemi alıp yazma başladım.

Ey Sema hoca! Sen çok yaşa emi. Rüyalarıma bile girip beni ödevleriyle taciz eden tek kadın. Öldüm öldüm geberdim. Yeter ya!... Yeter..

16 Ekim 2010 Cumartesi

Ey içimde ki eğri imge Albetrus.

Söyle ben seni neden öldürdüm?

9 Ekim 2010 Cumartesi

Dev Merak.

Albetrusu balıkçı neden öldürdü?

5 Ekim 2010 Salı

Hırsız Kedi

Dokunulması zor, fakat istekleri sürekli göz ardı edilen bir çocuk olarak büyüdüm ben. Bir çocuk neyi ister bir düşünün... Oyunu, oyuncağını, lolipop şekerini, o elbiseyi, o ayakkabıyı... Misal benim ömrüm boyunca alınmamış, Eser marka beyaz spor ayakkabı hayalim vardır. Ya da oyuncaklar... Evet onlar... Onlar ki geçmişimdeki düşlerimin en tatlı hülyalarıdır. Çocukluğumun en belirgin; aynı zamanda sürekli, ertelenmiş bir dürtüdür onlara karşı beslediğim his. Bu öyle bir dürtü ki ne zaman bir oyuncakçının önünden geçsek, camına burnumu dayar yamulmuş ve vantuslaşmış bir şekilde, tutkumun o garip heyacanı içinde, omzuma vurulan bir dürtükleme ile kendime gelirdim.

Bütün çocukluğum boyunca en büyük özlemlerimden birisi, oyuncaklarla dolu bir odamın olmasından ibaretti. Bu fantaziye o kadar çok takılmış, öylesi kendimden geçmiştim ki; yaz tatillerinde Erzurum' dan Yalova'ya babamların yanında vakit geçirmeye geldiğimde; mahallede ilk arkadaşım olan Güzide'ye kelli felli yalanlarımı, yenilir yutulur olmayan cinsinden olanlarını üstelik, palavranın biri beş para türünden anlattığımı anımsarım.

_Biliyor musun Güzideciğim, benim Almanya'da dayım var. Onların eve giderim hemen her sene, ( elimle önümdeki inşaar arsasını işaret ederek) te şu kadar bir odam var. Oranın adı oyuncak odası. Çok eğlenirim o odada ben diye başlar; zihnimde en ufak noktasını dahi hesap ettiğim bu renk cümbüşünü teker teker anlatmaya başlardım. İçinde küçük küçük kadar evlerden bir mahalle inşa eder, arabalar, marketler, türlü teknoloyik ergumanlarla süsler Güzideyi mest ederdim. Öyle bir mestti ki, Güzide her anının hayal ve palavrayla dolu olduğunu bildiği halde, müthiş bir şekilde haz alıp anlatmamı tekrar tekrar istiyordu benden. Benim gibi profosyönel bir yalancıya karşı duyduğu hayranlık onu ilerde her haftasonu yabancı ülkelere özel helikopteriyle uçtuğu yalanına kadar bile götürdü. Onunkisi pek pirim bulmadı, çünkü oyuncaklar biz çocuk dünyasında bir helikopterden daha çok cezb etme gücüne sahipti.

Gerçek ise bütünüyle acıydı. Bizim evde yalnızca oyuncak ayım ve yüzü korku filimlerindeki Caki'yi andıran, Rus pazarından alınma; sarı saçlı oyuncak bir bebekten daha fazlası değildi. Bebeğin üzerinde öyle farklı deneyler yapıp, öylesine hayal gücünün sınırlarını zorlamıştım ki, kimse onun o acı bir işkenceye şahit olmuş yüzünü görmeye tahammül edemiyordu.

Yüzüne farklı tarzlarda dövme yaptığım yıllarda henüz yaşım beşti, ve sonra saçlarını gizlice kesip büyümesini beklediğim yıllarda bu senelere denk geliyor. Dudaklarının arasını yarıp, içine çay kaşığıyla suyu ağzını açarak iştahlı bebeğime içirebileceğimi fark ettiğimde de aynı yaşlardayım. Bundan çok kısa bir süre sonra fark ettim ki, bebeğim çişini yapmakta zorlanıyor, böbrekleri iltihabik bir enfektüs geçirmesin diye poposuna kızgın bir demirle delik açıp boşaltım sistemini ferahlattığım yıllarda ise henüz yaşım altı.

Böylelikle bütün o altını ıslatan, mamalarını cop cop emen oyuncak bebek modelleri, benim keşfimle gün ışığına çıktılar.

Sözün kısası, kartondan yaptığım buzdolabı, evden aşırdığımız çay kaşıkları, tabakları, türlü pet şişeler ve envai çeşit püsür, bunların hepsi ama hepsi; okula giderken Mumcu Caddesinin o mümtaz yokuşunda gördüğüm oyuncakçının, hayallerimi tırmalayan yaratıcılığı ile ilgiliydi.

Oyuncakçı; oyuncakçılık ve çocuk sevme ikilisini bir arada tutamayan daha o yaşlarda kitap kurdu olmayı başarmış Kemallettin Tuğcu profiline uymayan; şişko ama sevimsiz bir tipti. Her zaman o yokuşu çıktığımda dükkana uğrar, oyuncakları daha yakından görebilmek için; bakınıyormuş gibi yaparak, oyuncakların fiyatını sorardım.

Adam her seferinde beni tersleyerek; senin paran bunlara yetmez, çık git almıyorsan diye azarlar. Ben kapıdan mahsun mazlum çıkarken, gelen yağlı müşterilere el sıvayıp buyur ederdi. Bütün hayalim, bir gün çok zengin olup şu adamın dükkanını kendi paramla almak; '' Noldu şişko pattes, işte dükkan benim oldu'' diyebilmekti.

Gel gelelim ki aradan günler geçiyor ve ben hiç zengin olamıyordum. Bir gıdım bozukluk elime geçse evdekiler kumbara hesabına parayı kumpas ediyorlardı. Bütün bunlara rağmen evdekiler halıların altına benim için hazine hükmünde paralar koyarlardı da, ben onuruma bunu yediremediğimden acımdan gecereceğimi bilsem, asla el sürmezdim.Bu sebeple evde birşey kaybolduğunda, hiç kimse benden şüphelenmez ve çalanın kim olduğunu öğrenebilmek için; bilimum şüphelilerin izini zürmek adına beni hafiyeliğe yollarlardı.

Günlerden bir gün evdekilerle beraber Canan Teyzelere giderken, yolumuz o zalim Mumcu Yokuşuna tekabul etti. Bizimkiler dürtükleyerek oyuncakçıyı gösterdim. İçeriye girip birşeylere bakma isteğimi, çocuksu bir hevesle tekrarladım ama onlar beni çekeleye çekeleye, dükkanın önünden koparıp, yolumuza devam etmeyi yeğlediler. Oyuncakçıya karşı kendimi çok ezilmiş hissettim, içimden koca bir buzulun kopup bilinç altı katmanlarına kaydığını ve müthiş bir üzüntü yaşadığımı anımsıyorum ki oyuncakçının yüzüne bir daha bakamadım.

Biraz daha ilerledikten sonra Canan Teyzelerin sokağa büküldük. Mahalle bakkalı tam sokağın başında ikamet etmekteydi. O anların hızla geçen saniseleri içinde, bakkalın camının hemen dibinde; merdiven altı imal edildikleri her hallerinden belli, küçük küçük sepet şeklinde çantacıklara ilişti gözüm. O heyacanı ve o anki mutluluğumu asla tarif edemem; öylesi sevimli ve büyüleyicidiler ki, bu sefer bir öncekinden daha hırslı var bu sefer kaybetmek istemediğimi tüm ruhumla durumsadığım için var gücümle asıldım. Sadece bir tanecik istiyordum ve çok çok ucuzdu. Bu sefer kolumu kökünden koparırcasına hırslı bir güçle ve yenemediğim bir inatla beni Canan Teyzelerin merdivenlerine doğru sürüklediler. Hüzün ve kızgınlık boğazıma düğümlenmiş olarak eve girdik Hiç kimseyle konuşmadan bir köşeye sindim ve tüm nefretim ve her an ağlamaya hazır bir psikolojıyle bizimkilere hırsla bakıyordum. Canan Teyze bebeği salonun ortasına yavaşça koyarak, oyalamamı tenbihledi. Bir süre sonra dışardan hırdavat poşeti gibi duran, kırık dökük oyuncaklardan oluşan oyuncak kabını, halıya döküp yanımızdan ayrıldı. Aman Allahım o da ne? Oyuncakların arasında benim biraz evvel bakkalın önünde yalvarırcasına istediğim o minicik çantalardan biri. Rengini bu gün bile unutmam, kahve rengiye yakın koyu bir turuncuydu. Minicik bir tutacı var, öyle tatlı ve şeker bir tipteki anlatamam.

Oynadım, oynadım, oynadım... Mutluluktan öpüp kokladığım bile mümkündür. Bu minicik çantacığa olan şevkim arttıkça arttı. Gitme saatimiz geldi ama ben de tık yok, avucumda sımsıkı tutuyorum oyuncağı. Canan Teyzenin, red edileceğimi bildiğim için istemekten de utanıyorum onu. Dünyada vermez  falan filan derken, şeytan ruhumu mağlup etti, çalıcaktım onu; başka yolu yoktu bunun. Heyecanımı teskin etmeye çalışarak etrafı kontrol ettim, yavaşça minik çantayı cebime attım. Kıydırmayı sorunsuz bir şekilde hallettiğim için derin bir nefes alarak, etrafa bol keseden sahte gülücükler saldım. Biraz daha oyalandıktan sonra, Canan Teyzelerin dış kapıdan kendimi sokağa attım.

Eve geldiğimizde onu saklamak için, dikiş makinasının altlarında bir yere oynayamadan yerleştirdim. Ertesi gün oldu, ama benim yüreğim ağzımda, her şey hırsızlık suçumu araştırıyor gibime geliyor. bir ön sezi olarak işlerin iyiye gitmeyeceğini yaptığımın yanlış olduğunu hissediyorum. Ama ne değişir? Olan olmuştu.

Dikiş makinesinin üstünde duran telefon acı acı çalmaya başladı. Malum olur ya bazen insanın içine, ben tuhaf bir tedirginlikle ahizeyi kaldıran yengeme bakıyorum.

_Alo, iyim Canan sen nasılsın? Oyuncak çantamı? Vallahi bilmiyorum... Bilmiyorum ki, o böyle şeyleri yapan bir çocuk değil ki. Anladım ama eğer bu olsa bile unutmuştur Ayşe cebinde. Muhakkak öyle olmuştur canım. Hadi görüşürüz.

Çat kapadı telefonu... Meraklı gözlerle baktı bana, o minicik naylon çantayı alıp almadığımı sordu. Böyle bir şeyi hatırlamadığımı söyledim, başımı önüme eğip ödevimle ilgilenir gibi yaptım. Çıkar çıkmaz vicdan azabı başladı, bağırarak ne olmuş diye sordum mutfaktaki yengeme. Yengem benim yaptığıma ihtimal vermediği için gayet rahat küçük Semanur'un ortalığı yakığ yıktığını, ille de o oyuncak sepeti istediğini söyledi. Canan Teyze  küçük bir çanta için kesinlikle aramazmış ta; ( ki kesinlikle yalan ) merak etmiş alıp almadığımı.

Bir yandan Canan Teyze'nin bu utanç verici çingeneliğine içimden bin küfür basarak, öte yandan evdekilere lanet okuya okuya; dikiş makinesinin dibindeki avucuma anca sığabilen biricik hazinemi özlem ve doymamışlıkla okşadım. Ayrılık vakti gelmişti. Yengemin şaşkın bakışları arasında mutfağın tezgahına hışımla bıraktım.

_Cebime düşmüş, Semanur ağlamasın, gidip Alladdin Amcam versin, diye mırıldandım.

Mutfağın kapısını büyük bir gürütüyle şangırt diye kapayarak, utanç içinde sokağa çıktım...

4 Ekim 2010 Pazartesi

Mehmet'e Mektup

Sana bu mektubu yazmak zorunda kaldığım için çok özür dilerim ama bir kararın aşamasındayım yazmam gerekli.

Seni mi, yoksa Fabrikatör Şinasi Bey'in oğlu Ali'yi mi tercih etmeliyimin sorsuna cevap, ayrılık mektubuma bir ön giriştir.

Daha önce nasıl da fark edemedim bilmiyorum, Ali'yi bu kadar sevebileceğimi... Gözlerinin rengi örneğin; yemyeşil, pörtlek pörtlek bakıyor ama olsun. Yeşil değil mi, ona bak sen... Hele o göbeği yok mu, nasıl da yakışıyor...

Öyle tonton ve şeker ki; üstelikte kekeme, çok çok hoşuma gidiyor bu... Bazen yersiz espiriler yapıyor ama olsun, güldürüyor işte. Üstelikte zengin, var mı bundan alası?

Geçen günlerde ailecek bize geldiler biliyor musun? Ne tatlı ne sevecen bir aile bir görsen... Babası da Kayseri'nin ünlü pastırma fabrikatörü.Duymalıydın beni babamdan nasıl anlı şanlı bir merasimle istediğini. Heyecandan dili tutuldu sandık. Peltekmiş meğer; ''Münatipte kızınızı  oylum Ali'ye, ittiyorum'' demedi mi, gülmemek için zor tuttum kendimi.

Şekerliği tontonluğunun yanında, karısının kollarından bileklerine kadar uzanan o kalın bilezikler ayrı hesaptı zaten. Bana bakerken neler anlattılar bir görmeliydin, Marmaris'te yazlıkları varmış inanabiliyor musun? Hatta Newyork'ta, Münih'te... Düşündükçe aklımı kaçıracağım, yağmurlu bir yerdir Münih; nasıl olur da insanın yazlık diye kullandığı orda lüks bir evi olabilir? Hele o otel zincirleri, arabalar, hizmetçiler...

Bu şartlar altında elbette ki Ali'yi seçeceğim. Senin için üzülüyorum,  ama ne değişir?

Biliyorsun ki, babam zengin, ben de zenginliğe alışığım... Oysa sen bir inşaat işçisisin eni konu; iş bulursan çalışır, iş bulmazsan evinde oturursun.

Oysa ben her sabah dadımın tatlı sesiyle uyanır, ufak bir küvet keyfinden sonra, terasa kahvaltıya çıkarım. Ne dilersem onu yerim, keyfime karışan mı var? Omlette pastırma, havyar vesaire oh gel keyfim gel...Evimiz o kadar büyük ve lüks ki... Ben bu lüksü kattiyen terk, filan edemem...

Ne yapacağım sizin avuç kadar evinizde? Her yer eski püsküyle dolu, onları geçtik; o dırdırcı annen, hiç yol yordam bilmeden herşeye kıkır kıkır gülen kız kardeşin... Elleri nasır dolu, kaba kaba konuşan baban...

Yani Mehmet nasıl söylesem, dünya da olmaz bu. Hangi akla seni sevdim bilmiyorum, seni seviyorum diye hüngür hüngür ağladığım günler aklıma geldikçe, nasıl da halime gülüyorum. Ne ahmaklıkmış seni sevmem... Bir deliliktir ettim, ama anladım ki ben aslında seni sevmiyormuşum, nasıl desem arkadaşlığın iyi ama... Hepsi o kadar işte... Bir kere huylarını, evet huylarını hiç mi hiç beyenmiyorum. Çok kavgacısın kesinlikle, öyle argo kelimeler kullanıyorsun ki senin yerine benim yüzüm kızarıyor.

Akşamları kahveye gitme alışkanlığın örneğin. Onca öksürüğün tıksırığın içinde, duman altı maçları izlemeye, hiç mi bunalmıyorsun? Tamam sigara kullanmıyorsun ama bal gibi de sigara kokuyorsun kahvaden geldiğinde. Üstelikte ayak takımının o adamın midesini alt üst eden sigara kokusundan... Maltepe, Birinci...Iııy...

Hoş sabahtan akşama kadar koşturuyorsun ama cicim, hiç mi kişisel bakımın yok? Adam üstün körü bir duş alır evinde hergün... Amma da laf söyledim, sizin evde bakır ibriği her gün ısıtıp, yıkanı verme fikri de pek kolay değildir herhalde.

Ben kaç sefer söyledim sana kumar oynama diye; tamam bir bardak çayına, işin gırgırına oynuyorsun. Ya ilerde çok paran olur da; kumpasçı olup çıkmazsan kumar hanelerden..

Zıkkım gibi de içiyorsun... Şimdilik düğünde seyranda yarımşar bardak, ama ilerde başın sonun belli olmaz. Ayyaş bir koca olmayacağın, hergele olup bir gıdımcık kazanacağın parayı, karıya kıza vermiyeceğin ne malum? Ne malum  beni dövüp, sokağa atmayacağın?

Sözün kısası , ben seni istemiyorum artık.

Mahalleliden parkın orda seni bir takım karanlık kişilerin dövmüş ve fana halde hırpalamış olduğunu duydum. Hani nasıl desem; eğer bir yerlerden, seni döven adamların babamın adamları olduğunu duyarsan dünyada inanma.

Ah canımın içi babam; ne kadar iyi, ne kadar asil, yumuşak kalpli ve ne kadar medenidir bir bilsen! Dünyalar iyisi babacığım bunu kattiyen yapmaz biliyorsun.

Seni dövdüklerini haber aldığı gün abime; '' Bizim damada lokum götür de, iyice yumuşamış mı diye sor'' diye tembihledi.

Bilyor musun sana dayak atıldığı gün aksilik bu ya bende merdivenlerden kaydım, bacagımın birisi de kırıldı. İşte aksilikler geldimi üst üste geliyor, gözümün biri de morardı.

Çok hoşuma gitti bu renk, öteki gözümü de farla ben boyadım. Babam bana gülerek, böyle çok daha çekici oldun bile dedi.

Biliyorum ki bir zaman sonra; annesi babasına haber vermiş te, kızı bir güzel abisine dövdütmüşler sonra odaya kilitlemişler diye duyarsın. Ayol abim askerden yeni geldi, böyle bir şey yapar mı? Dağda bir hafta kar yemişler açlıktan... Pek muhlisleşmiş, pek yumuşamış....

Ya da annesi aklına girmiş de, Ali ile onu başgöz edeceklermiş diye duyarsın... Seni çok sevdiğini kaç kez anllattı bana. Benim annem bir melektir biliyorsun. Öyle şeyler için dünyada karışmaz bana.

Pastahane de ikimizi sarmaş dolaş gördüğünde yaptıkları neydi peki annenin diyeceksin. O gün sana anlatmamıştım. Benim yanımda seni gördüğü için ayyakkabısını fırlatmamış. Ayağına kertenkele girmiş meğer inana  biliyor musun? Pastahanede kertenkelenin işi ne deme... Ben de bilmiyorum... O heyecanla ayakkabısını fırlatmış, tersine ayakkabı senin kafana geldi, mazur gör...

Çok şişmişti ama ne yapalım,helal et hakkını..

Sakın sakın senden ayrıldığım için deliler gibi ağladığımı, babamın zorundan bu evliliği kabul ettiğimi düşünme.

Sen o gün kapının önünde bağırıp çağırıp ortalığı yıkmaya çalıştığında, gözlerime toz kaçmıştı da ondan gözlerim kıpkırmızıydı.

Biraz hüzünlendim şimdi, alçıda olan bacağım sancıyor onunla da ilgisi olabilir.

Kesinlikle ağlamıyorum. Kesin kesin ağlamış bu kız mektubun sonlarına doğru satırların mürekkebi dağılmış , adım başı su damlacıkları diyeceksin.

Ama onlar kardeşimin su tabancasından cıkıyor inan.

Kendine iyi bak olur mu?

Benim için üzülme. Ben heyecan içide Ali ile evleneceğim günü bekliyorum.