30 Ocak 2009 Cuma

Sofiya

Sofiya bana bak.
Yorgun yüreğini usalca uzat iklimime.
Göz yaşlarım kurudu yanaklarımda,
Biliyor, fakat hiç birşey diyemiyorsun...
Gecenin içinde, benim sabahıma mı yürüyorsun?
Ah Sofiya ah...
Niye böyle yapıyorsun?
Henüz aldanmanın seni aldatmamışlığından mı?
Küçük beyaz ayakların, usul usul şarkılara yürürken
 Soluksuz bir an gibi yaşamak istiyorsun.
Yorgunca beklediğin günün ardında, dağ evinde,
 Henüz kendinden kaçmaya hazırlanırken,
Hazırlıksız yakalandığın yorgunlukların,
 Uykunun renksiz büyüsüne teslim edecek seni..
Sen uyurken,o öpücek anlından.
Sen uyandığında da gitmiş olarak...
Bunu duyuyorsun.
Kimseye söyleyemediğin de bu...
Işığın uçurumda bekleşen yürekleri tedirgin ediyor,
Ama bu senin suçun değil...
Yüreğinin içinden,
 Gökten döne döne süzülen beyaz kanatların yumuşaklığı geçse de,
Sen toprağa yakınsın.
O toprak, işte benim.
Benim simsiyah gözlerim...
.

Yangın


Boşluğa tutunacağım bir an doluyor içime,

La ya yürüyen kesik heceler bana küskün...

Beyaz rüyasını görmediğim gerçeğim, sevme dercesine,

Öyle bakıyorlar bana, öyle kilitliyorlar beni...

Yüreğim dürülüyor içine, yüreğim içine dürüldükçe,

Uçurum, uçurum, uçurum...

Çığlığı sulara düşen çocukların yaraları,

 Geceleri larcivert titremelerinden hesaba tutmasa bir...

Ellerimi kenetliyorum,saçlarıma.

Parmaklarımın ucunda eziyorum demiri.

Sen biliyorsun bir tek.

Sen biliyorsun levlak.

Yine de susuyorsun...

.

Nun Masalları


Damladı süte bir kaç damla kan,

İçeme işledi ölüm...

Mahiyeti güzel aşkları en çok karanlıklar boğar diyor usta edebiyatçı,

Onunla ilk anlarımı hatırladım;

İlk lal kırmızısı rengine dokunup, Züleyha dediğim güne.

Sayfalarım bembeyazdı daha, ve bu kadar günaha alışık değildi, ruhum...

Dizlerinin önünde otudum,

Gülümsedi...

Gizemli ve ruhu okşayan sesiyle;

_Demek bana mendil göndereceksin?


O zaman mendilin yanında duygularını da?

Başımı salladım, gülümseyerek,

Kaç gecemin uykusuz geçtiğini hatırlamıyorum bile..

Sürekli yazıyordum ve cümlelerin ruhundaki esrarı çözen yüreğinden çok korkuyordum..

Artık tükendim dedim, mis kokulu fildişi rengindeki mendili de zarfın içine koyarak, yaşlı adama uzattım..

Günler sonra geldi cevabı;

''Gece şuan heryer..

Gece içinde boğulduğumuz, esrarıyla büyüleyen gece...

Küçüğüm uyku tutmadı beni, o bembeyaz yüreğinle yazdığın satırların aklıma düştü.

Saat üç...

Hayatın tüm renkleri siyaha dönmüş, Karadenizin kayalara vuran hırçın seslerini duyuyorum şimdi.

Mor ipek bir mendil gönderiyorum sana..

Geceyi düşün, içinde mavi bir çift gözün yüreğini delip, sonra geçip gideceğin geceyi.''

Halen onun kokusunu taşıyor mendili..

Bir edebiyaçının gördüğü. daha ötesi değil mi?

21 Ocak 2009 Çarşamba

Deniz


''Hiç bir keder insanın kendi kendisiyle yüzleşmesi kadar ürkütücü değildir''
...

Yorgun adımların bittiği yerde durdu kadın.

Baktığı yeri delen, simsiyah gözleriyle denizin dibine, en dibine baktı.

Geçmiş yaşanılmışlıkların içinde bıraktığı ölümlü hayalleri anımsadı.

Gözlerin bir insanın yaşabileceği ölüm acısına yakın duruyor dedi adam,

Ve bu yüzden sürekli yere bakıyorsun...

Öyle ki; benim bu acıyla, kendimi diritmeme müsade etmiyorsun.
...

Denizin içinde, geceleyin yanıp sönen yakomoz ışıltılarının kesif sancılarına daha fazla dayanamadı..

Dibinde hiç bir çiçeğin açmasını ummudan heykel gibi durdu, sahilde.

Kendi siyahının içinde, sarılacak hiç birşeyi kalmadığı için üşüyordu.


Geceleri gökyüzüyle artık buluşamayacak olan naif bedeni bitkindi..

Annesi geldi aklına...

Benim küçük meleğim ne duruyorsun, söylesene ne?

Evet ne duruyordu?

Beyaz yanacıkları güneş yanığı köy çocuklarının; tuttukları dilekleri, kurdukları düşeri varken,

Geceleri kimseler duymadan söylenen binlerce yavuklu türkülerinin,

Sevdasını kavalına hapsetmiş ezik yokluğu duruken ne duruyordu...

Ay vaktinde titreyen binlerce bedenin bırakacak,

Tüm duygularını muazzam bir aşk yaratmak için heder edecekti...

Üstelik sevdiği insanın ellerinin,

 Yüreğiyle beraber kanamasına müsade ederek...

Ardımda bıraktığım bunlarca çiçeğin idamını, kendi ellerinle vermemem...

 Duyguları öldürülmesi gereken biri varsa,

 O benim...

.

18 Ocak 2009 Pazar

Ben bir martı olsam



İstanbul Hatırası:

Köprüyü Geçmek (Crossing the Bridge: The Sound of Istanbul) adlı belgeselden

Brenna Maccrimmon'dan...

''Zamanın geçip, ömrün tükendiği yerde

Durmaksızın akan ırmak

Durduğunu sandığın denize kavuşmayı düşler.

İnsan yazarken, kendini kendine azat edip

Çekip gitmek ister.

Gitmeyi bilmekse en zoru.''


Böyle dedi şair ve ekledi satırlarını Su'ya yazarken..


''Şimdi hiç bir ana evladına bile adamıyor''

Su bu satırları okurken, gergef bir geçmiş acısı ile gülümsedi.

Kalemin ucundaki sancı;

Su' yum dedikçe kararır bazı insanlar şair.

Sancısı olmayanın yüreği ak olmaz bilirsin.

Bunca yorgun sine dururken Su' ya methiyye düzme...





.

17 Ocak 2009 Cumartesi

Eşkiya


Sustum..

Dudağımın kenarından yüreklerinize düşen sızılar,kan rengi olsada, ben ışık istiyordum..

Işık...

Onu gördünüz mü?
Diyorki şair:

''Ağla sömürgem, belki dönemem!

Oralarda usul usul talazlanan nehirlerde yaz.

Kış yanar, düş üşür yüreğimde.

Ağlarım, gözyaşım beyaz …

Sonra askerler yeniden kuşatırlar aşınmış kaleleri.

Bin “hawaar “parçalar gecenin döşeğini.

Ocaklar iniler, yas büyür, orta yerde kan kalır;

Dıngılava’da peştamallı çocuklar havuzlara işerler;

Gözlerinde bir mahmur özlem..''

.

15 Ocak 2009 Perşembe

İz


İnsan güzelliğin iz düşümlerini kalemin ucundaki sancılı yüreğe sormuştur bu güne değin..

Kalem yazmaya başladığında; kaleme öğretilenlerden ziyade kalemin öğrettikleri yazana yol kat ettiriyormuş meğer...

Çünkü ruh keşife başlıyor, önceleri bildiğini yazmaya değil...

Kalem kendisine dokunanı esir alıyor ama bu esaret yazan için iki şıktan birini var eder.

Yazan ya veylül deresinde çamura bulanıp yorgunca çekilecektir köşesine, ya yazdıkça büküle büküle yol alan ışıklı bir prizmanın içine hapis olup, ölümün sancıtmadığı bir varlığa bürünecektir..

Bir elmas parçası gibi, sancımaya başlar kalemin ucu.

Sancır ve dokunduğu yumuşacık tenli beyaz sayfaları kanatır..

Sancıya tutunmayan sayfaya, kalem laf söylemez ..

Tek bir şey ister kalem ..

Dirensin...Ama dokunduğum şehrayinsiz akşamlardaki aşklar gibi ikiye bölünsün..

Şeyrayinin ışıkları sönmesini beklemek, ıssızlığın gecesini başlatır bilirsin.

Yıldızların kaleme dokunduğu yerde, sancılarını duymaktır mesele..

Kanarya...

 O kabul etti pırangaları..

Ama serçe?

Kahverengi, siyah ve sis..

...

10 Ocak 2009 Cumartesi

Siyah lale..



İçimin griye çalan duvarlarının yangınıdır bu.

Oysa, ne güzel şeymiş sevmek...

Yanaklarına konan küçük beyaz kelebeklerin, akasya kokularına karışmış gülüşleri ne güzel...

Bilmem kaç sabah küçük meleğin gülümsedi ruhuna.

Başımı yasladım, öylece suskunluğa tutulduk,

Alnını alnıma dayadım, suspus olduk...

İkiye bölünmüş bir kalp kadar sancılıydı suskunluk...

....

Kardelen.

Öyle ki, kavuşamayacağını bile bile düşünü kurmuştu baharın...

Nasıl da onu gördüğün ilk düşte, çırpınmıştı avuçlarında...

Gitmeliyim.

Sana vuslatken içim...

Ne zormuş adın...

Ne zormuş adının yanında adım...

Gökyüzüm.

Avuçlarına her sabah konan kırlangıçların ölümüdür sana yazdıklarım...

Anla beni,

 Gücüm yetmiyor...

.

9 Ocak 2009 Cuma

Son Duyuş

Nazenin taşlarının canını incitmek istemeyen geçişleri gibi, sessiz yumuşak ve dağınık fısıltıların içinden geçiyordu sukut...

Cağlayanın yüreğiydi bu.

Başka bir yerde özlüyordu adam...

Alev alev yanan başını camın soğuk yüzüne dayanmış, şehrin parıldanışlarından, alaca karanlıklara bulanmaktaydı düşünceleri.

Uçurumlardan alınmış canını, sert geçen fırtınaların, üfül üfül esen rüzgarların, üşümüşlüğünden kurtulmak istiyordu, alabildiğine...

Saat vurmaktaydı ağır ağır...

Sırtını yıkılmasından korkmadığı bir dağa, güven içinde dayamak istemişti.

Oysa şimdi, soğuk kaldırımlara yağmur düşüyordu.

Acıması yoktu yağmurların...

Neden di bu?

Yaraları acıyan adam bu senden dedi...

Sonra vazgeçti...

Bir an için dur dedi, hayalinde ki su perisine. Bir an için dur...

Kavgaların sussun içimde!..

Ayaklarının altından yer kaymaktaydı, topraklar avuç avuç yığılmaktaydı umutlarına adamın...

Eski bir anı dillenmekteydi gecede...

Islak nemli toprak kokuları dolanmaktaydı ruhunun dehlizlerine.

Bin kez ölüyorum demişti peri, bin kez kulak tıkamıştı çığlıklarına...

Acının sonsuzluğunu duydu adam, niye bunu yapabildiğini soruyordu kendine.

Acıları boğazında düğümlendi.

Yumak yumak, düğüm düğüm...

İlk kez diyordu adam, ilk kez ve sona o kadar yakın...

Uyur gibi çaresizce kirpikleri düştü, ağır ağır geceye.

Kış ve alabildiğine soğuk gecede, artık ışığın renklerini birer birer sönüyordu..

Ölmemek, dirilmek ve sonsuzluğu duyma sancısıydı bu...

...

Küçük su perisi,

Kıyılarından geziniyordu, her vuruşta geçmişi silen kumsalın...

Sonsuzluğu yudumluyordu...

Güneşin sıcağına tebessüm eden su perisini, yanaklarına henüz çiğ düşmüş beyaz papatyaları ilk kez böylesi bir duyuşla seyretmekteydi adam...


Öyle içten, öyle olduğu gibiydi ki küçük su perisi...

Savunmasız kanatlarının sızılarını duydu ruhunda...

Ölümün nabzı damarlarında gezinirken, dudaklarına acı bir tebessüm yayıldı adamın...

 Acı ve kanatan bir tebessüm...

Acıların tümünden habersiz küçük su perisi, avuçlarındaki parıltılardan yüreğine serpiştiriyordu çocuksu tedirgin.

Niçin yapıyordu bunu, hayallerinden bin kez kovmasına rağmen?

Niçin sevdiğini bilmeyen adam aklına tekrar sordu o olunmazı...

Gözlerini kapatıp ellerini şaşaklarına dayayınca gerçeğine lanet savurmak geçti içinden...
...
Seni sevmek..
...

Ruhunun labirentlerinde ruhsuz bir yığın aldanışın onu yalnız bırakıp gittiklerini düşündükçe yalnızlık çöktümüştü ruhuna...

Geceden ve üstüne yürüyen binlerce kavgaya inat, bambaşka bir yalnızlıktı bu...

...

Su perisi eğilerek; titreşen hüznün, ölümün çaresizliğine dokunduğu gibi, derin bir iç çekişle öptü yüreğinden...

Küçük beyaz elleri, saçlarındaki poyraz esen ölümlü direnişlerde gezinmekteydi...

Bir çift damla, su perisinin yüreğinin yangınlarından aynı anda adamın yanağına düştü.

Bir çift acısını özetleyen kavga!...

Yenilgilerinden arda kalan...

Adam çaresizliğin ne olduğunu ilk kez duyuyordu...

Ellerini sayılı nefeslerine inat, hayaline süzülmüş su perisinin, kömür karası saçlarına dolandığını hissetti.

Zerre zerre kaybolmaktaydı gören gözlerinden o tatlı düş...

Gözleri kesif parıldanışlardan karanlığa gömülmekteydi yudum yudum...

Tüm aforızmalarının kilitlenmiş sorular...

...

Aşk çaresizlik tutsaklıklar yığınıdır, sonsuza hiç ölmemeye yürüyen prangalı hasret türküleri...

Üşüdüğünü kabul etmesende titriyor yüreğin,

Zehrin acısını yudumluyor gibi,

Son bir duyuş bırakacağım sana...

Tutsak...

Keşke, bileydin.

Ölümün kıvrımlarında gezinirken ruh,

Nefeslerine dair artık çok şey bilmektedir...

Çaresizlik, alabildiğine çaresizlik.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Gözlerime bak...




Çok şey değildi Su...

Onlardan biriydi..

Fazlası eksiğinden daha naif sızılar bunlar...