31 Ağustos 2010 Salı

yara

Ben belki gelirsem ötelere, zamanın kolların açan bunca anlamsız figuranı silmekle işe başlayacağım .Aynaya, o solgun yüzüme bakarken görmek istediğim anlamın; aslında var olmadığını kavrayışımın günüdür bu gün.

Aynı anda, gülüşüm aynı anda hıçkırığımın sebebidir bu ayna.

Elim tutmuyor, ben ancak öteki elimle yazabiliyorum...

Anlamsız çığlıklarda kaybolduğumu resmeder gibi bu yara izi.

Biliyormusun, onu tedavi ettirmeye gücüm bile yok, öyle bitkinim ki; yolda yıkılıp kalmaktan korkuyorum.

Utanıyordum bilirsin ki bu ölmekten değildir, bu yaşamayı beceremeyişimdendir.

Sana şimdi kimsenin bilmediği şeyler anlatacağım.

Bil ki bu biliş, sana eğer işler hepten tersine giderse ağır bir yüktür.

Anlamsızlığının yüzüne tüm gücümle tükürmek istiyorum bu serseri dünyanın.

Ne zaman çığlık çığlağa gülümsesem, benim sesimi kısan bu dünyanın.

Bana sevmeyi yasak eden dünyanın.

Birini kendimden öte sevmeme sebep olup, binlerce kez ölümüme sebep olan dünyanın.

Yaşayan bir ölüyüm şimdi, ne önümü ne ardımı görebiliyorum.

Başımı yere eğdi bu terkediş.

Ey ana, niye beni terk edip gittin?

Niye beni bu serseri dünya ile baş etmem gerektiğini söyledin?

Daha fazla dayanamıyorum..

Daha fazla dayanamıyorum...

20 Ağustos 2010 Cuma

Babalar ve Oğulları

Annemin sesi bahçeden geliyordu.

_Ayol Nimet gördün mü kızın çeyizini? O ne havlular, o ne yazmalar, o ne karyola takımları... Aklın hayalin durur...

_Fatma da dedi de. Gidip bakmadım. Sögürcek' tan demi kız?

Yavaş yavaş uyanıyordum. Ellerimi başıma götürdüm, başım kült gibiydi. Uzun uzun gerinip; gözlerimi ovalaya ovalaya açtım. Teskeremi alıp kasabaya geleli dört gün olmamıştı. Askerliğin acısını çıkarırcasına, uzun uzun uyuyordum.

Bu arada annemlerin konuşmaları devam ediyordu.

_Vallahi görmeliydin, Annesinin tek kızı, o mebus yok muydu... Hani bizim zamanımızda... Hah! Reşat bey...İşte onun torunuymuş. Annesi, '' uzağa giderse dayanamam'' diyip okutmamış kızı, hoç kızın da okumakta gönlü yokmuş ya...Gönlü Ali'deymiş meğersem. Tutturu vermiş o olmazsa canıma kıyarım diye...Güç bela razı olmuşlar...Bir torun ya kıyamamışlar belli ki...

Bu arada yavaşça doğrulmuştum yerimden, sırtımda sabun kokulusunun ter kokusuna karıştığı  bir fanila, altımda bana hayli büyük geleni giyine giyine epey örsümüş babamın çizgili pijaması; pencereye doğru yaklaştım. Bir an pencereyi açıp konuşayım annemle dedim ama, bu halimle Nimet Teyzeme karşı bu halimle görünmek ayıp kaçar diye; pencerenin pervazına dayalı, zaten açık olan kanadından dışarıya seslendim.

_Anne... Babam gitti mi köye?

Annem pencere doğru başını çevirdi, beni tül perdeden göremeyince;

_Aaa.... Oğlum uyandın mı? Nerdesin sen göremiyom ben seni... ( Elini başına siper edip, güneşi gözlerinden korumaya çalışarak, benim penceredeki slüetimi gördü) Hah orda mıydın oğlum... Gitti ya... Hatiçe oğlana de, ben çıkıveriyom köye, dedi.. Soner de ikindi arabasıynan, akşam basmadan yetişi versin, dedi.

_ Anne niye kaldırmadın! Bir yandanda saate bakıyordum.

Saat üçe geliyordu.Yüzüm endişeli annemin gelinlik komidinin gözünden çıkardığım beyaz penye çorapları giyiyordum ayaklarıma, bir yandan da annemin duyacağı şekilde sitem etmeye devam ediyordum. Pantolonumu giyerken annem cevapladı beni;

_Aaaa.. Hüseyin! Kıyamadım oğlum... Kaç ay oldu yüzünü görmeyeli? Arkadaşlarından evde kalmaz oldun, bi görüyom, bi görmüyom yüzünü. Boş ver oğlum, yetişirsin.... İkindi arabasına daha bir buçuk saat var. Hem kalı verirsin, bir iki gün...

Canım sıkılmıştı, dün gece babamla beraber gideriz diye sözleşmiştik, kivi işini dedeme sakin sakin ben açacaktım. Babam dedemin damarına basarsa, ortalığı karman çorman edebilirdi.

Ben odada dolanırken, annemin sesi yine geliyordu.

_Bir alım bir güzellik, hele o saçları aman ya Rabbi.. Dalga dalga... Beyaz gelinliğin içinde bir yudum su....

Bir yandan anlatılan gelinin kim olduğunu merak ederken diğer yandan, kapının gıcırdayarak açılan kolunu büküp, banyoya geçtim..

Annem terliklerini banyonun duvarına doğru dikmişti, eğilip terlikleri ayağıma geçirip lavoboya vardım. Kendime gelmek için lavobaya ellerimi dayayarak bedenimin ağırlığını ona verdim. Uyku sersemi yüzüme şöyle bir bakıyım dedim ki, lavobo nerdeyse düşecekmiş gibi duvara monte olan yerinden oynadı. Bu evde ne doğru olurdu ki zaten? Sinirli sinirli onu çıkan yerine yerleştirmeye çalıştım. Yüzüme bir iki su vurduktan sonra, diş fırçamın askerde kullanıla kullanıla perişan olmuş tellerine macunu sürüp ağzıma götürdüm. Bir yandan dişlerimi fırçalarken bir yandan da aynaya bakıyordum. Yüzüm gözüm çok uyumaktan şiş, saçlar kara duman,bu halimle hapis hane kaçkınına benziyordum, bu durum beni gülümsetti hızlı hızlı dişlerimi duruladım. Saçlarımı düzene sokmak için alal acele ıslattım. Kendime uzaktan şöyle bir baktıktan sonra, banyodan çıktım.

Tam mutfağın önünden geçiyordum ki, burnuma garip bir koku geldi...Evet evet bir koku, yanık kokusuydu bu..Ocakta kaynamakta olan aleminyum tencereye doğru koştum, heyecandan el beziyi unuttuğum için elim  tencerenin kapağına dokunduğu anda ''cızzz'' etti. Vay anam!.. diyip  bağırdım. Köşede sıkılmış nemli sarı bezi akıl ettim sonrası, ee tabi o kadar parmaklarım yanarsa bu kadar dahiyane bir fikir normaldi tabi. Onunla kapağı açarken, öteki elimle de ocağın altını söndürdüm.

Tencerenin içindeki kahverengiye dönmüş patatesler, hayli bıkkın görünüyorlardı hallerinden. Anneme mutfağın tezgahının önündeki o küçük pencereyi açıp bağırdım.

_Koş anne koş!...Pattesler yanmış...

_Vayy anam... Gızz Nimet, pattesleri unutu verdik ya biz... Vuuuuu...

Kilolu vücuduyla masaya dayanarak zorla kalktı.

Yüzüm ekşiye ekşiye elimi suya tuttuyordum ki, annem geldi.

Sinirli sinirli bağırıyordum.

_Anne bir gün evi yakacaksın! Dedemin seni evde tutmak istemeyişin nedeni buymuş anlaşılan!... Hay dalgın anne hayy... Ya bir bak, elimi yaktım..

Annem endişeyle elime baktı, pek bir şey olmadığını görünce hemen savunmaya geçti.

_Sus sıpa seni, anne laf yetiştiri verirsen olacağı buydu... Seni de, görciiiz bakam... Dedenle anlaşı vericem miii...Bakam, veriyo mu bahçelikleri sana?

Biraz sakinleşmişti parmağımdaki sızı, mutfak masasının sandalyesine attım kendimi. Derin bir nefes alarak;

_Allahın seversen anne yaa, yine mi o hikaye? Onca yıl oğlum okuyup adam olsun diye yatılılarda okutmadın mı beni? Al işte ziraat okuduk. Bu kivi işi, memleklette yeni...Sen bilmiyon... Tanesi bilmem ne kadar para...

Annem bu masalları çok duyduk kabilinden yüzüme pişkin pişkin baktı. Sonra dönüp, tencereyi lavobonun içine koydu. Suyu açıp, tencer dolana dek hiç konuşmadı. İşi bitince elllerini belinde kurulayarak bana döndü;

_Ben bilmem kivi mi ne diyon...Ama o inatçı deden ölür de, vermez bahçeliklerini... Boşuna mı bıraktım geldim köyü... Rahmetli gayın validemi o öldürdü dertten! Ahhh... Zavvalı gadıncağız... Huyunu gidivercem diyi, yedi bitirdi gendini...

Tekrar tezgaha döndü, kendine söylene söylene tencerenin suyla biraz yumuşamış yerlerini kazımaya koyuldu. Bu haliyle çok sevimliydi. Yavaş ve sinsi adımlarla yanına yaklaşıp belinden kavradığım gibi, o ton ton yanağına bir öpücük konduruverdim. Gülüp, etimi çimdikledi...

_Aaa.. Hınzır oğlum benim... Gelcen mi akşam?

_Bakarım anne... Dedemi ikna edersem, kalırım bir iki günlüğüne...

Dışarıya çıkıp, ayakkabılarımı  ayağıma geçirdim. Nimet Teyze beni gördü. ''Sen nerelerdeydin oğlum'' diyerek çığlığı bastı. Elindeki fasulyeleri yanında ki leğene bırakarak, bana sarılıp kucakladı.

Ellerini öptüm, bir yandan da halini hatrını soruyordum.Nimet Teyzemi çok severdim. Onu taa, köyden taşıp bu mahalleye geleli beri tanırdım, o zamanlar bizi çok sever, sabah akşam onun eve koşup renkli televizyondan Red Kid' i izlerdik. Yanaklarımı avuçlarının içine alarak bir daha, bir daha öptü beni.

_Aaa, benim haylaz oğlum. Sen nasılsın asıl? Uuuu. Bakim senin bu haline. Amanıınn, acayip kararmışın ya sen...

Güldüm, yanındaki sandalyeyi altıma alarak oturdum yanı başına...

_ Ne yapalım Nimet Teyze ya... Bitirdik işte okulu da, askerliği de...Şindi bakcez artık başımızın çaresine... Hem onu boşver de, napıyo o tatlı kızın? O kumkuma bilmiş, büyüdü mü epey?

Nimet Teyze gülürek;

_Ah... Ahhh... Napsın senin tatlı cadın... Kulağında o yeni çıkmış şey... Ne diyorlar ona... Volten mi, molten mi... Diyemedim ya ben, işte ondan... Evde bir oyanı, bir bu yanı... Gören de onu, aşık sanır... Ne iş var ne güç... Şimdi de yaz tatili... Boyna atışı vereyoz... Bu gün kavga gürültü, ben Hatice Yengenlere gidiyom Semih Abi'ni görmeye, sen de gelene deyin camların hepisini sil dedi verdim de, bana ne dedi biliyon mu?... Gelene dek bitiricem, anne göreceksin... Ellerini yukarıya kaldırmış... Vallahi de billahi de bitiricem!...Yetmiş gayri... Çok anlayışsızmışım, güzellikle söyleseymişim, o her şeyi de yaparmış!...

Onun bu halini taklit eden Nimet Teyze hem konuşuyor hem de ikimiz birden katıla katıla gülüyorduk...

_Eeee... Dersleri nasıl bari?

_O cinden neden eksik kalır? Yetişimiycem arkadaşlarıma diye; hırsından ölüyoo...

Konu kocası olan Hayri Abi' ye geldi. Hafif kederli bir iç geçirerek;

_Nolcek oğlum... Bildiğin Balıkçı Hayri işte... Üç kuruş kazanır onu da arkadaşlariynen, içip bitirir... Eve gelince, köşeye sızı verir... Netcen oğlum, hayat böyle işte!... İlkin böle deyildi ya, sonrada o yiyici arkidişleri yaptı onu böyle...

_Ahh Nimet Teyze ahh... Sen varya tam cennetliksin, Hayri Abiyi de bırakıp gitmedin yaa...

Sohbetimizi yanan patateslerin hazin sonunu anlatan annem böldü. Bende yavaşça kalktım.

Nimet Teyze'ye;''Sizin evin ordan gidicem... Nazlı ya bişey diyeyim mi?'' diye sordum o da; '' İki ekmek alıversin'' dedi.

Tamam diyip, bahçenin yamuk duran demir kapısını açtım.Cebimden sigaramı çıkarıp yaktım, gözlerimi kısarak, derin bir nefesle çektim çiğerlerime.. Bu arada cebimdeki kenarları pörsümüş kivi resmi çakmağımı koyarken ilişti elime, çıkarıdım. Umudum o kiviler... Tekrar tekrar, sigaramı tellendire tellendire bakıyordum. İçimden; hele bir bu işi becer, sonra gidip Semra' ya evlenme teklifi bile edersin diyordum, ne keyifliydi onun bu hayalini kurmak...
Bir iki sokak arasından sonra, Nimet Teyze'leri sokağa saptım, tahmin ettiğim gibi Nazlı elinde bez, saçlarını tepesine toplamış, sırıtnda pörsümüş bir tişört, diz izleri belli penye bir picama ile; boyası yer yer dökülmeye yüz tutmuş pencerenin pervazında, pencerenin yukarısını siliyordu. Görmeyeli biraz daha büyümüş gibiydi. Gülümsedim, onun bu genç kız olmaya hayli özenmiş çocuksuluğuna. Daha dün diyordum içimden, beşiğini sallıyorum, bir tabak leblebi için. Onu ilk ben yürütmüştüm.Seslendim ne varki kulağında wolkman vardı.Bir daha seslendim oralı olmadı. İşini bitirip sokağın aşağısında beni görünce;

Aaaa... Soner Abim!.. diye çığlığı basıp, kulağındaki wokmani çıkardı, bir koşum aşağıya indi.

_Napıyorsun cadı, diye sordum gülümseyerek...

Bana sarıldıktan sonra derin bir ah çekti. Biriktirmiş gibi hızlı hızlı;

_Eh iştee. Ne olsun Soner Abi, annemle atışıyoruz, babam bir haftadan beri eve uğramıyo... Bende böyle camlar, mamlar... Bir an evvel okul açılsa da bir kurtulsam şu annemden...

Okul diyince ciddileştim çünkü sevdiğim kız olan Sema; onların okulda öğretmenlik yapıyordu..Hafif kederli bir ses tonuyla Sema yı sordum. O ise Sema öğretmeninin iyi olduğunu, geçenlerde onunla  pazarda karşılaştığını söyledi. Hatta Sema Öğretmeninin annesiyle, Nimet Teyze konuşlarken; Sema'nın onu usulca köşeye çekerek, benim askerden dönüp dönmediğimi sorduğunu söyledi. Heyecanlanmıştım;

_Eee.. Sonra ne oldu? Ne dedin?

Bir haftası kaldı Soner Abimin demiş. Fark etmiş ki, Semanın yüzünün sevince benzer bir şaşkınlık almış. Sonra birşey demeden çekip gittikler Soner Abi...

Bu ''sevince benzer şaşkınlık'' kelimesi beni mutlu, garip bir heyecana sevk etti. Nazlı bu durumumu fark ettiğinden olacak;

_Ama biliyormusun Soner Abi, yeni atanan bir öğretmen var. Adı Ömer... Yani Ömer Başıgüzel... Öteki kız öğretmenler konuşurken durdum, Sema Öğretmenimizi, rahatsız ediyormuş...

Sinir ve kıskançlık dolu bir yığın duygu, o anda hucüm etti beynime.

_Kimmiş lan Ömer... Adamın iliğini sökerim, kızın canını sıkarsa...Canım sıkıldı hay Allah... Moralimi bozdun Nazlı!

Nazlı iki kolunu açıp, ben napıyim türünden omuz silkti. Neyse diyip yanından ayrıldım. Yolda  aklıma Nazlı'ya bakkaldan ekmek almasını tenbihlemediğim geldi, akıl mı bıraktı şu Semra diyordum içimden. Alal acele köyün minübüsüne yetiştim.

...

Minübüse bindiğimde ortalık bayram yerine dönmüştü. Benim askerden yeni geldiğimi bildikleri için hayırlı olsun dileklerini bağırarak söylüyorlar sırtımı sıvazlayıp, işlerimin bundan sonra kolay geçmesi için temennilerde bulunuyorlardı. Hepsine eyvallah diyip bol bol gülücükler dağıtarak yerime oturdum.

Minübüsün kalkış saati geldiğinde, herkes sus pus kesildi. Radyoda bangır bangır Orhan Gencebay,  homurdana homurdana ilerleyen eski pikapla ilerliyorduk. Yolun kenarına doğru uzanan tarlalara, meyve bahçeliklerine, zeytinliklere dalıp gitmiştim. Aklım kurmak istediğim kivi bahçesindeydi.

Beton direklerini, sulama kanallarını, ilaçlama tekniklerini hepsini ama hepsini zihnimin bir köşesinde tekrar tekrar canlandırıyordum. Bir kaç seneye lokum gibi kiviler, diyordum içimden... Kilo işi değil... Tane işi... Bi tuturdum mu var ya... Ahh bi tutturdum mu!...

O düşünceler içinde köye nasıl vardık, gerçekten anlamadım. Minübüsten indiğimde hızlı adımlarla dedemlerin evin yolunu tuttum. Yollarda şalvarlı kadın ve nineler, babamın köyden bir iki ahbabı, bana selam verip hoşgeldin diyorlardı.

Dedemlerin evine varan yokuşun başına geldim. Yokuşun başında bakkallık yapan Ali Amca şişko göbeğinde solgun bir önlük, başında bal rengi kasketi dışarıya fırladı.

_Vayy...  Nasılsın Soner oğlum, diyip sarıldı.

Bir kaç muhabbetten sonra gözüme bir iki akide şekeri paketi ilişti. Dedem bu akideleri çok severdi, bir kaç paket aldım.  Eyvallah diyip, eve doğru yöneldim.

Varmama beş on adım kalmamıştı ki amcamın karısı olan Halime Yengem dış avlunun tahta kapısını gıcırdatarak açtı. Beni görünce heyecanla seyirtip sarıldı. Kapıya yöneldiğimizde içerden gelen bağırtılar beni şaşkın bir telaşa sürükledi. ''Ne oluyor Yenge?'' dememe kalmadı;

_Nolcek oğlum... Babanlan deden... Kapışı veriyolaaa... Şu senin dediğin, meyveye sabep... Onlara aldırma oğlum yaa sen. Üzüverme canı... nı...

Cevap dahi veremeden, kapıyı açtım. Babam ve dedem avludaydılar... Babamın sırtı bana dönüktü, ikinci katın balkonluğundan amcamın çocukları, kavgayı unutup çığlıkla bağırdılar.

_ Aaaa.. Soner Abim!..Soner Abim!...

Dedem çocukların sesiyle bana doğru çevirdi bakışlarını. Kıpkırmızıydı yüzü, beni görünce gözleri daha da açıldı. Oturduğu sedirden zorla kalktı. Ben bana doğru geleceğini düşündüm, fakat sedirin kenarındaki bastonunu ani bir hareketle titreyen elleriyle kaptığı gibi, babamın kafasına indirip vurmaya başladı.

Babam bana doğru koştu. Çocuklar balkondan çığlık çığlığa bağırıyorlardı. Babamın yanına koştum onu baston darbelerinden korumak istiyordum. O ise beni itiyor, ayaklarıma basıp beni geçmek, arka tarafımda kalmak istiyordu.

Dedemin sesi yeri göğü inletiyordu!

_ Amına koduğumun oğulları!... Hele bunlara bakın!.. Benim bahçeliklerimi isteyolar... Namıssız dürzüler!... Siz aklınızlen, bahçeliklerinin tapısını almeye çalışıyonuz benden!...Neymiş kiviymiş!... Ömrümde duymadım ben böyle hekat!...Getmişler gıllı pattesleri baaa... Baba bunceğizler, çok gıymetli!... Çıkın!... Çıkın gidin evimden!... Namıssız dürzüler!... Baba parası yiyicileri!...

Babamla güç bela dışarıya çıktık, sokağın tüm ahalisi dIşarıya dökülmüştü. Amcamın ufaklıkları korkuyla dolu bakışlarla bağıra bağıra ağlıyordu. köyün ileri gelenleri güç bela dedemi içeri soktular.

Bizi de yan taraftaki halamın evine... Babam oturmaya çalıştığı divanın başında, kah oturup kah kalkıyordu;

_ Şeytan deyo, yak amına koduğumun zeytinliklerini!... Görüversin ebesini ayağını... Adamı ayakte ganser eder bu adam!...Öldüm öldüm, bittim... Ömürümü yidi, ömrümü!...

Derin bir nefes alarak oturdu, sesini alçaltarak;

_Sen bu işin üstüne, bir bardak soğuk su iç, dedi.

Öyle dedi... Hakkiten de öyle oldu..

Halamın küçük kızı; elinde buz gibi soğuk su şişesiyle kapıda göründü.

Yanında da bir bardak...

Ölü Gömücü

Anlatmak istediklerim; paslı demirler ve genç çelik dişliler arasında ezilen beyin damarlarımla ilgili...
                   
         Damarlarımı kavrayıp bedenimden ayırmaya azmeden o ses,

         Hani, mavi önlüklü kızın; makinanın çevresinde koşturken alnından burgu burgu akan.

          Elimi demirden bir pençeymişçesine sıkıyorum.

          Azmediyorum ezeceğim parmak uçlarıma girip, çıkan çeliği.

          Yok hayır, yine devam ediyor.

          Çıf, çıf, çıf, çıf, çıf...

Yefim Zozula'nın ununu sırtımda taşıyor olmalıyım.

Yoksa bıyıkları daha yeni terlemiş bir delikanlının, miço türkülerine gizlenmiş,

Hayra yorulan rüyalarındaki aldanıştır bu.

Hayır, uyanığım...

Un ağır... cadde ıslak...pis şehir....

Sırtımda tonlarcaymışçasına yük.

Alnımda çatlayan yağmur suyu.

Su yıldırımların eseri.

...

Lambası dökülmüş o küçük tuvaletlerde, kreç gibi bir yüzün hayali.

Sırrı dökülmüş, kirli aynalara bakarken genç işçi.

Acı bir gülümseyişe gizlenmiş, ne ağır yenilgi.

Mandela diye bağırıyor.

İşte buradayım, ki öyle kırılgan.

Buradayım ve senim...

Bak Arthur, benim de bileklerimde senin kelepçelerin.

Ve sizler;

Ey ermiş taslamacıları.

Kaç çocuğun gözlerindeki baharı,

Elindeki çalı süpürgeyle, tozuttura tozuttura süpürdüğünü gördünüz?

Kaç ananın yüreğinde seyriyen acının, nasırlı ellerindeki aksine dokundunuz, öptünüz?

Ve benim.

Kitap sayfalarındaki taze fındık kokusunu, fare sidiği sararmışlığına denk gören.

Yanakları güneş yanığı köy çocuklarını koklayarak öpen.

Kulak kesilin ve dinleyin ince kum taneciklerinin hikayelerini.

Neler fısıldamaktalar size?

Neyi anlatamamaktalar, neden utanıp susmaktalar gün be gün...

Ve on dört yılın artığıdır,

Anlatamayan susuşların

Dağ köylerindeki hikayesi.

Avucumdaki iki portakaldır,

 Gaz lambasının ışığındaki o muazzam turuncu.

Dinleyin.

Düşleri gizli ve izbe yerlerde büyüyen,

Sigortasız hanelerin forsaları.

İki odalı o küçük hanelerde; evlerin nasıl su bastığını, sonra nasıl üşünüldüğünü gören çocuklar,

Tüp almaya parası olmadığı için, çalı çırpıyla bir tas yemek pişiren evdeki isyanlar,

Fırıncıdan utana sıkıla istenen bayat ekmek sesleri.

Beni dinleyin...

...

Flubert olmalı da yazmalı bunu.

Yahut Emile Zola.

Henüz on beşinde işçi kızların, ölülerinin dahi örselendiği.

Ölülerin çoğaldıkça yaşamın sefilleştiğini.

Beni dinleyin.

Kan, irin, bıçak, gövde, isyan,sömürge!

Gözleri kıpkızıl...

Bir fahişenin yüzülmüş derisindeki saatlerde gizli,

Ağırlaşmış bir kokudur zaman.

Kum taneciklerinin susmasının sebebi.

Dinleyin ey sömürgeler, paryalar, forsalar!

Hesabına uydurulmuş redingot takırtılarının, sefil beyinlerimizi donuklaştırdığını;

Hesabına uydurulamamış yasadışı grevlerin,

İş yeri talanlarının,

Ellerimizi makinalara vura vura;

Hak, ekmek, umut nara seslerini nasıl boğduğunu.

Ve ellerim, paslı demirlerin renginde.

Yasa dışı bir YASA!

Fabrikanın korkuluğuna tutunmuş.

Bağırıyorum, bağırıyorum, bağırıyorum...

Ben özgürlük istiyorum...

Ben özgürlük istiyorum...

Ben özgürlük istiyorum...

Ve birden gözlerim karanlığa gömüldü.

Sabah sekiz, akşam on iki.

Servis sarsıla sarsıla ilerliyor.

Uzun bir ip gibi kıvrılan yollara bakıyorum.

Yatağıma kıvrılıyorum sonra.

Düşlerim denizin mavisine karşı çıkmış, o kuduz beyazlığın hışmında gizli.

Ağlıyorum.

Baş ucumda beni deli eden bir yığın kitap.

Tabur tabur düşünce.

Ve yalnızlık.

Düşüm.

Sabah sekiz, akşam on iki rüyasında gördüğüm.

Zühre, Fadime, Elif, Emine.

Parmak uçlarıma giren, ince uçlu çelik.

Kıymık gibi batıyor, büyük bir isyanla kalbime.

Anamın rahminde gibi, kıvrılırken içim.

Yine duyuyorum!

Çıf, çıf, çıf, çıf, çıf...

16 Ağustos 2010 Pazartesi

Ayna

Sandalyeye oturmuş her an uyuklamaya hazır, kendi aksini gösteren duvara monteli, küçük aynaya bakıyordu.

Uyku bilincinin tümüne hücum etmeye meyilli... İlk günler uyanık kalması için var edilen gürültülere, giderek kayıtsızlaşıyordu Timuşenk.

Bilinci gidip gidip geliyor, beyninin duvarlarında yankılanan  o anlamsız sözcüğü tekrar ediliyordu.

''Vuvu, pidi, vuvu, di...''

Ne demek olduğu hususunda en ufak bir fikri yoktu. Ama beyni onunla oyun oynarcasına, bu kelimenin yankısını tekrar tekrar veriyordu zihnine.

''Vuvu, pidi, vuvu, di...'' Gözleri yavaşça kapandı.

Timuşenk'i gözetleme deliğinden kontrol eden iki emir erinden daha tıknaz ve uzun boyunlu olanı, ötekini dürtterek;

''Timuşenk uyudu...Komutan demedi mi kesinlikle uyutulmayacak!...''

Yanındaki yerinden fırlayarak, kontrol deliğine dipçiğini dayayıp ;

_Hey Timuşenk!...Uyan...(gözlerini açmadığını görünce) Uyansana lanet olası!...

Timuşenk' in yavaşça gözleri aralanıyor, küçük gözetleme değiliğine anlamsız anlamsız bakıyor, sonra beyninin içindeki o anlamsız sesin nini gibi gelen ritmine başını uydurup, yerinde hafif hafif salınarak uyuklamaya devam ediyordu.

Bir kaç dakika içinde iki erde o büyük ve kalın postallarını demir kapıya gürültürle vurmaya başladılar. Timuşenk' in oralı olduğu yoktu. Bu kulakları sağır eden sese karşın; hiç mi hiç rahatsız olmuyor, uykusuna devam ediyordu.Onun bu rahatlığını gören bu iki genç nöbetçinin aklına, Gardıyan Artur'dan sorgu odasının anahtaralarını istemek geldi. Bunun için gardiyana giden askerlerden biri, yaşlı ve oldukça mızmız olan bu gardiyandan şu cevabı işitti.

_Hey dostum sizin neyiniz var böyle? O anahtarları her ölüme gelene veremem, Timuşenk Sinyoroviç idamla yargılanan, bir siyasi suçludur! İki nöbet eri emrediyor diye, anahtarları onlara uzatmam ne mümkün? Gidin Binbaşı Alekse Mandrale'ye, ondan izin isteyin! Ancak o izin verebilirse, ben anahtarı size veririm...
Er sinirli adımlarla, vakit kaybına neden olan; izin isteme işini gerçekleştirmek için binbaşının üçüncü kattaki odasına çıktı. Kapıyı vururdu, girin sözcüğünü duyarduymaz içeriye adımını attı.

Alekse'ye havalı bir selam çakmayı ihmal etmeden;

_Sayın Binbaşım Alekse Mandrale. Siyasi bir suçlu olarak karargahta dört günden beri tutulan Timuşenk Sinyoroviç uykuya dalmakta; kapıyı gürültüyle sarsmamıza rağmen, uykusuna  devam etmektedir. Ne yapmamı emredersiniz?

Binbaşı Alekse, köpürerek yerinden fırladı;

_O kuş beyinli gardiyan kapıyı açmadı mı?

Er olumsuz manada başını sallayarak;

_Hayır Efendim! Siyasi suçludur, gidin Binbaşı Alekse Mandrale'den izin isteyin diye tutturdu...

Binbaşı biraz daha öfkeli;

_Çıldırmış olmalı o bunak... Şimdi git o bunamış gardiyana deki; Binbaşı Alekse emrediyor! Kapıları derhal açıp, sizi içeriye soksun! Ben iki nöbetçi eri, kapının dışından mahkuma çiçek atıp gönlünü hoştutsunlar diye göndermedim!

Birden nöbetçi ere dönerek;

_Sandalyede oturuyor değil mi Timuşenk? diye sordu..

Nöbetçi ''Evet, Efendim...'' diye cevap verdi.

Binbaşı Alekse devam ediyordu.

_Sandalyeyi ayağının altından alın! Oturmasına müsade etmeyin sakın! Duvara yaslayıp dikili tutun onu! Emrediyorum, kesinlikle uyutmayın... Eğer direniyorsa dövün...Kesinlikle uyumayacak... (Saatine bakarak)
Dört gününü uykusuz geçirdi. Bu işkence en az yedi gündür devam etmelidir. Saat dörde geliyor, sorgucuları da her türlü zorbalıkta serbesttir. Bir daha Artur denilen o yaşlı bunak işi uzatmaya kalkarsa, söyleyin bana gelsin. İşine son vereceğim!... Hadi şimdi çabuk, çık odadan!...

Er, hafif bir tereddütle;

''Ta...Tamam Efendim'' diyerek çıktı.

Nöbetçi eri komutan vari bir sinirle, yediği bunca papara için Gardiyan Artur'u suçluyordu. Onun yanına gidince öfkeyle, anahtarları istedi.

_Timuşenk bir yığın uyku çekti babalık, anahtarı vermediğin için Binbaşı Alekse çok kızdı. Şimdi çabuk sorgu odasının kapısını aç.

Yaşlı  Gardiyan Artur; nöbetçi erin her halinden taşralı olduğu belli; yüzü süt bozumu çillerle dolu bu sarı zübbenin ona böyle bağırıp çağımasına karşılık yüzünü ekşitse de, pek birşey diyenmedi.

Sorgu odasına vardıklarında  öteki asker halen postallarıyla demir kapılarıya tekme savuruyordu. Gardiyan kapıyı açtı, komutanla konuşan asker, ötekine bir şeyler murıldandı. Hızla Timuşenk'in sandalyesini ayağının altından aldılar. Onu duvara doğru dayamaya çalıştılar, fakat yuvarlanıp yere düşüyordu, bu sefer Timuşenk'in yüzüne yumruklar savurmaya başladılar. Timuşenk ayakta durmaya başlamıştı.

 Timuşenk'in sandalyesine oturan nöbetçi erlerden biri, gururlanarak;

_Hey dostum... Bana bakılırsa Timuşenk'in böyle ayakta selvi boyunu sergilemesi, ona daha çok yakışıyor, ne dersin?

Öteki emir eri kahkahalar atarak bu duruma gülüyor, onaylarcasına baş sallıyordu. Yaşlı gardiyan, son derece ilgisiz bir şeyler mırldanarak odadan çıkıp gitti.

Yarım saat sonra sorgu memurları geldi. Timuşenk'in ayakları aklı almaz bir şekilde sızlamasına karşın, sendeleye sendeleye ayakta durmak için çabalıyordu.

Bir yandan da yeni gelen bu sorgucuları tanımaya çalışıyordu, söylenene göre bunlar yeni gelecek olan iki kişiydi. Bunlardan ikisini de tanımıştı. Biri Polis Şefi Jimmy, ötekisi de kendisini evinde tutuklamaya gelen, Ulusal Haber Alma Teşkilatı'ndan biriydi. Sorgulamalar başladığında yumuşak bir hava hakim olsa da, sorgu giderek sertleşti. Üç saatin ardından, Polis Şefi Jimmy ve arkadaşı sigaralarını köşede içlerine çekip dinlenirken, biri kafasını karışıyor ve işinin zorluğunu belli edercesine derin derin nefes alarak Timuşenk'e;

_Ne istiyorsun bay , Timuşenk?

Timuşenk; Suçlamalarınızı kesinlikle kabul etmediğini ve derhal evine götürülmesi gerektiğini söylüyordu.

Beş saat daha sorgunun ardından, Timuşenk'in ağzından kayda değer bir şeyler alınamayınca ona Grawe House Hapishanesinin yolu göründü. Sorgulayan memurlar ikişer kişi olarak sorguya girecekler, ve tam sekiz saat sorgu devam edecekti. Bu sekiz saatin ardından iki memur daha gelecek, bir sekiz saat daha onun sorgusuna devam edeceklerdi. Bu adam başı dörder saat ediyordu ki, dört saat boyunca aynı şeyleri konuşmak epey zor olacaktı.

Mahkumun gözleri kapalı tutulacak, elleri ve ayak bileklerine kelepçe takılacak, ve türlü işkencelerle en kısa zamanda netice almaları beklenecekti. Ertesi gün onu alıp Grawe House Hapishanesine götürdüler. Daha önce bu hapis hanenin ününü çok duymuştu Timuşenk. Soğuk bir mahsene attılar ilkin, sonrası elektirikli sandaleyeye oturtarak üzerine buzlu suyu bedenine döktüler, çok üşümüştü. Bırakın beni diyerek zangırdıyordu fakat daha yeni başlamıştı işkence... Kamışından verilen elektirik akımları, buzlu su, dayak, bedeninde söndürülen sigara izmeritleri tüm bu acılar harap etmişti bedeni. Aklının başına toparlanmasını içim hücresindeki soğuk betona onu külçe gibi yuvarlıyorlar, bir iki saat içinde kaldırıp tekrar sorguya, sürüye sürüye götürüyorlardı.

Daha çok psikojik travmaları hedefleyen bu işkence metodları için, hükümet özel birlikler bile kurmuştu. Hatta zaman zaman bu işkencelerde psikiyatristlerin katıldığı bile oluyordu. Fakat Timuşenk; insanın azmini heder eden bir direnişle karşı çıkıyor, ne olursa olsun ağzından tek bir devrim aleytarı kelime çıkmıyordu.

İki haftanın bitiminde Timuşenk harap olmuştu... Buzlu su ve soğuk onun geçmişteki hapis hane günlerinden kalma zaturresini tazelemişti. O kadar güçlü öksürüyordu ki sorgu memuları bile, başlarını yüzlerini ekşiterek sallıyor, bu adam itirafını imzalamadan ölüp giderse hiç bir işe yaramayak diye birbirlerine fısıldıyorlardı.Sonra bir kaç yudum suyu ferahlaması için dudaklarına götürüyor, sorguya devam ediyorlardı.

 Tmuşenk sorgu sırasında uykuya dalıyor, söylenenleri duymadığı için tekrar tekrar aynı şeyleri sormak sorgu memularını deli ediyordu.Sorgucular tam anlamıyla çileden çıkmıştı. Bazen yorgunluk kafalarına öyle vuruyordu ki, kendileri bile ne sorduklarını anlamıyor, sorguyu baştan alıyorlardı. Bir an önce şu işten kurtulamaya bakan memurlar,   istemdışı bir endişe ile duvardaki saatte  göz gezdirip, nöbet süresinin dolmasına bekliyorlardı. Aslına bakılırsa sorgucuların da sinirleri işkenceye uğramamalarını saymazsak en az Tmuşenk kadar bitikti. Bir yandan hükümetin bu işi el cabukluğuyla gördüp halletmek istemesi, diğer yandan Tmuşenk' in bal gibi meydanda olan suçsuzluğu... Tmuşenk'in suçsuzluğuna kimsenin aldırdığı yoktu, mühim olan hükümetin istediği itirafları yazdırmaktı.Ama üçüncü haftanın bitiminde, bir arpa boyu yol alınanmamıştı.

Öte yandan, hükümete yönelik sert eleştirilerin ardı arkası kesilmiyor, suçluların halen daha bulunamaması yüzünden tehtitler günbegün artıyordu.. Hükümet için; bu saatten sonra sorgulananların gerçek suçlular olup olmadıklarının bir anlamı kalmamıştı, onlar bir an evvel Timuşenk ve arkadaşlarının kellelerini uçurup halkın ateşini söndürmeye bakıyorlardı. Niyetleribu  idamlarla birlikte kargaşaya son vermekti.

Bu korku imparatorluğuyla işlerin yürütüldüğü devlet; bir alt kademesinde memuruna Sanco Pansa muamelesi yapıyordu. Ellerinin altındaki bu kuklaları, parmak uçlarınıdaki ipliklerle pek ala oynatabiliyordu.

Halk mı? Kutlu, mutlu, ulusal iş götürücülüklerle; işler tıkırına bir şekilde koyulmuştu bu güne değin...

Bütün bunlar olurken Timuşenk oldukça zayıflamış, kendi eceliyle ölümünü değil, menfaatlerinin gereği olarak idam sehbasında ölümünü isteyen devlet, onu hastaneye kaldırmış on on beş gün hastanede yatmasına müsade edilmişti.Vücudu biraz olsun toparlanan Timuşenk için işkenecler yeniden başlatılmış, sorgucuları artık kendi kendilerine itiraflar düzenliyorlar, bunu imzalamasını arzu ediyor olmuşlardı.

Timuşenk bütün bunları kabul etmemek için sorgucuların tabiriyle '' katır inadıyla'' devam ediyor, burada imzalatsalar bile mahkemede red edeceğini söylüyordu.

Çünkü diyordu Timuşenk.... Yıllar yılı bu devrimin gerçekleşmesi için gecemi gündüzüme katıp çalıştım. Şimdi  ben nasıl olur da, bu devrim aleytarı işler yaptığıma, başkalarının köpeğiliğini benim gibi bir aydının yaptığına  kanaat getirilebilir, diye bağırıyordu.

Üçüncü ayın sonuna gelindiğinde, baskı giderek arttı. Sinirleri harap olmuş sorgucular artık ağızlarında pek bişey tutamıyor olmuşlardı Tmuşenk'in sorgucuları kendini ve öteki gazateci arkadaşlarını, ihbar edenin Violense Nişaryan adlı bir senatör olduğunu ağızlarından kaçırdılar...

Bütün gece Timuşenk,  Violense' nin o sıska, tilki gibi bakan suratını düşündü. Kararını vermişti, gerekirse idamına sebep olacak itirafını yazıp, idama gidecekti.

Sabah hiç güçlük çıkarmadan sorgu sandalyesine oturdu. Uykulu gözlerle karşındaki sandalyeye oturup, ona aval aval bakan sorgucu memura;

_ Bu gün seni hiç yormayacağım, beni Binbaşı Alekse Mandralenin yanına götürün, oradaki sorgu odasınasına gitmeden hiç birşey yazmayacağım dedi. Senatör Violense ile ilgili çok önemli bilgiler vereceğim! Onunla konuşmama izin verirseniz, itirafımı yazacağım dedi.

 Memurlar afallamışlar, sevinçle gülmüşlerdi.

_ İstediğin bu olsun dostum, derhal ordugaha telefon açmışlar, hatta ordugahtan bir araba gelip onu alana değin ağzına bir sigara koyup, içmesi için kendi elleriyle yardım etmişlerdi.

Gelen arabanın haberi ile; onu nazikçe ayağı kaldırmışlar, yavaş adımlarla ayaklarıdaki kelepçelerle onu dışarıya çıkarmışlardı.

Güneşe çıkan Timuşenk'in gözleri aylardan beri karanlıkta olmanın alışkanlığıyla sancıyordu, kelepçelerden iyice şişmiş ellerini gözüne kapayarak yürüyordu, yavaş yavaş arabaya bindirildi.

İşleri biten sorgucular birbirlerine bakarak sırıttılar , birbirlerine bir kadeh içki ısmarlayarak ''bu işte bitti'' diyorlardı.

Araba gideceği istikamete doğru yol alırken; Timuşenk yanındaki ere, onu pencereye yakın tutmasını ve böylece parmaklıklardan hava almak istediğini söyledi, onu kaldırıp pencereye yaklaştırınca er; Timuşenk'in uzun uzun soluduğunu, çocuksu bir sevinçle rüzgarı içine çektiğini gördü.

Er bir mahkumun bu haline duygulanmıştı, kaç çocuğun var diye sordu merakla.

Timuşenk  evden apar topar alındığı günlerde eşinin yedi aylık hamile olduğunu, çocuk düşmemişse şimdi bir tane çocuğunun olduğunu söyledi.

Suçun nedir diye sordu er. Timuşenk bilmiyorum dedi, başını yere eğerek.

Er başını pencereye doğru çevirdi;

_Galiba bu günlerde kimse suçunu bilmiyor, diye mırıldandı.

Yol boyunca başka bir şey konuşmadılar. İki saatin sonunda ordugaha gelen Timuşenk'i, üç ay önce sorgulamaların başlatıldığı o odaya tekrar götürdüler.

Bir saat boyunca aynalı  odanın ortasında onun gibi siyasi suçlular için tutulan aynı tahta masa ve sandalyeye oturttular.

Yanındaki ere burada bir ayna vardı ne oldu ona diye sordu, er kaldırdık dedi. Timuşenk;

_ İstediğiniz yapacağım  zaten o aynayı ben buradan çıkana değin yerine asın, yüzüma bbakmak istiyorum dedi.

Nedense bunu sorgulama gereği duymadan, çarçabuk yerine getirdiler.

Bir kaç dakika sonra Binbaşı Aleksi ve Violense içeriye girdi. Violense son derece mağrur mahkumun ertafında bir kaç kez gezinerek;

_Timuşenk... Timuşenk... Duyduğuma göre suçlamaları kabul ediyormuşsun, doğrumu bu bu?

Timuşenk başını kaldırıp Violense'nin yüzüne güldü.  Evet, dedi (üstüne basa basa) Bay... Senatör... Violense...

Violense biraz tedirginleşmişti, korkaklığını belli etmemeye çalışan bir iki öksürükle sesine cesaret verip;

_Ama bunların benimle ilgisi nedir, diye sordu.

Mağrurlukla başını kaldıran Timuşenk;

_ Göreceksin aziz dostum, Bay Senatör Violense, ama şimdi yanıma gelin, size çok önemli birşey söyleyeceğim, dedi alçak sesle.

Violense'nin tedirginliği bir kat daha artmıştı, bu fark eden  Timuşenk;

_Korkma kahrolası pislik, ellerim kelepçeli!... Seni öldüremem!

Violense yanındaki iki ere tetikte olun  türünden işaret verdi. Sonra Timuşenk'e doğru eğildi aynı anda okkalı bir tükürük yüzüne yapıştı.

İki er kendini tutamayıp gülmeye başladı.

Violense kıpkırmızı olmuş bir yüzle kapıya doğru yöneldi. kapının girişinde olayları şaşkınlıkla izleyen Binbaşı Alekse'yi kolundan tutup savurduğu gibi, ordugahtan ayrıldı.

Onun bu tafrasının üzerinde pek fazla durmamıştı Binbaşı sadece dayanamayıp gülen iki ere ters ters bakarak Timuşenk' e döndü. Cebindeki kalemi ve kağıdı masaya koyarak odadan çıktı.

Timuşenk, kollarımda kelepçeyi çıkarmadan yazamam diyince, iki er birbirlerine baktı. Binbaşı açın dedi kelepçelerini.

Timuşenk hepiniz odadan çıkın ve kapıyı üzerime kilitleyin tek başıma sakin kafayla yazmak istiyorum dedi.

Kapıları dışardan, sanki o haliyle kaçmaya yeltenecekmişçesine  tekrar tekrar kilitlediler., Binbaşı ''itiraf tamamlanınca haber verilsin'' diye emrederek ayrıldı koridordan.

Timuşenk itirafını bütünüyle düzmece bir halde elleri titreye titreye yazdı, bundan dolayı en ufak bir vicdani rahatsızlık duymuyordu... Ve ekliyordu bütün bu emirleri bana veren, Violense Nişaryan adlı senatördür!...

Omzundan büyük bir yük kalkmışcasınaydı. Nedense yanaklarından iri bulgur tanesi gibi yaşlar süzülürken, sarsıla sarsıla gülüyordu.

Karşısındaki aynaya çevirdi gözlerini. Aylardır traş olmamış saçlarına sakalına bakıyordu. Dalda dalga saçları, kelepçeden şişmiş elleri, üstündeki kanlı mahkum gömleği ve ayağındaki pranga... Hepsi oydu işte... Timuşenk Sinyoroviç... Karısı geldi birden aklına; kısa saçları, iri yeşil gözleri... Hıçkırmaya başlamıştı... Masaya dayayarak, doğruldu. Ayağındaki pangaları ile ardından sürükleye sürükleye aynaya yaklaştı.

Kan çanağı gözlerine bakıyordu, titreyen dudaklarına... Sinir krizi geçirmişçesine yumukladı aynayı. Bir iki üç...Bir iki üç...Dışarda onu izleyen erler; gidip gardiyana olayı haber verene, anahtarı alıp gelene değin, Timuşenk aynanın ortasından kopup yere düşen bir parçayı boynundaki şah damarına batırdı...

Çığlıklar ve bağırtılarla açılan kapının önündei askerler, yerdeki  henüz otuz beş kırk yaşalarındaki Timuşenk'in giderek yavaşlayan hareketlerine dehşet ve dona kalmış bir ruhla bakıyorlardı...

6 Ağustos 2010 Cuma

Bumerang

Erdemi, herşey gören ama kendisine gelince kör kesilenlerin dilleriyle öğrendiğimiz günden beri, düşünce çıplak söylenemiyor.

Pazarı pretosto için, pazara sürülenleriz biz...

Susun, ses çıkarmayın bumerangınıza.

Hüzünlü bir intahar deriz olsa olsa,

Öyle bir kıvraklıkla acındırırız ki,

Kör gözlerinizin badem kadar güzelliğini.

Sadece sizin için, 

Süslenmiş, ve son derece pahalı.

Tabutlar inşa ederiz.

Biz müthiş ölü gömücüleriz..

Oh mondiyo, bu bizim işimiz.