16 Ağustos 2010 Pazartesi

Ayna

Sandalyeye oturmuş her an uyuklamaya hazır, kendi aksini gösteren duvara monteli, küçük aynaya bakıyordu.

Uyku bilincinin tümüne hücum etmeye meyilli... İlk günler uyanık kalması için var edilen gürültülere, giderek kayıtsızlaşıyordu Timuşenk.

Bilinci gidip gidip geliyor, beyninin duvarlarında yankılanan  o anlamsız sözcüğü tekrar ediliyordu.

''Vuvu, pidi, vuvu, di...''

Ne demek olduğu hususunda en ufak bir fikri yoktu. Ama beyni onunla oyun oynarcasına, bu kelimenin yankısını tekrar tekrar veriyordu zihnine.

''Vuvu, pidi, vuvu, di...'' Gözleri yavaşça kapandı.

Timuşenk'i gözetleme deliğinden kontrol eden iki emir erinden daha tıknaz ve uzun boyunlu olanı, ötekini dürtterek;

''Timuşenk uyudu...Komutan demedi mi kesinlikle uyutulmayacak!...''

Yanındaki yerinden fırlayarak, kontrol deliğine dipçiğini dayayıp ;

_Hey Timuşenk!...Uyan...(gözlerini açmadığını görünce) Uyansana lanet olası!...

Timuşenk' in yavaşça gözleri aralanıyor, küçük gözetleme değiliğine anlamsız anlamsız bakıyor, sonra beyninin içindeki o anlamsız sesin nini gibi gelen ritmine başını uydurup, yerinde hafif hafif salınarak uyuklamaya devam ediyordu.

Bir kaç dakika içinde iki erde o büyük ve kalın postallarını demir kapıya gürültürle vurmaya başladılar. Timuşenk' in oralı olduğu yoktu. Bu kulakları sağır eden sese karşın; hiç mi hiç rahatsız olmuyor, uykusuna devam ediyordu.Onun bu rahatlığını gören bu iki genç nöbetçinin aklına, Gardıyan Artur'dan sorgu odasının anahtaralarını istemek geldi. Bunun için gardiyana giden askerlerden biri, yaşlı ve oldukça mızmız olan bu gardiyandan şu cevabı işitti.

_Hey dostum sizin neyiniz var böyle? O anahtarları her ölüme gelene veremem, Timuşenk Sinyoroviç idamla yargılanan, bir siyasi suçludur! İki nöbet eri emrediyor diye, anahtarları onlara uzatmam ne mümkün? Gidin Binbaşı Alekse Mandrale'ye, ondan izin isteyin! Ancak o izin verebilirse, ben anahtarı size veririm...
Er sinirli adımlarla, vakit kaybına neden olan; izin isteme işini gerçekleştirmek için binbaşının üçüncü kattaki odasına çıktı. Kapıyı vururdu, girin sözcüğünü duyarduymaz içeriye adımını attı.

Alekse'ye havalı bir selam çakmayı ihmal etmeden;

_Sayın Binbaşım Alekse Mandrale. Siyasi bir suçlu olarak karargahta dört günden beri tutulan Timuşenk Sinyoroviç uykuya dalmakta; kapıyı gürültüyle sarsmamıza rağmen, uykusuna  devam etmektedir. Ne yapmamı emredersiniz?

Binbaşı Alekse, köpürerek yerinden fırladı;

_O kuş beyinli gardiyan kapıyı açmadı mı?

Er olumsuz manada başını sallayarak;

_Hayır Efendim! Siyasi suçludur, gidin Binbaşı Alekse Mandrale'den izin isteyin diye tutturdu...

Binbaşı biraz daha öfkeli;

_Çıldırmış olmalı o bunak... Şimdi git o bunamış gardiyana deki; Binbaşı Alekse emrediyor! Kapıları derhal açıp, sizi içeriye soksun! Ben iki nöbetçi eri, kapının dışından mahkuma çiçek atıp gönlünü hoştutsunlar diye göndermedim!

Birden nöbetçi ere dönerek;

_Sandalyede oturuyor değil mi Timuşenk? diye sordu..

Nöbetçi ''Evet, Efendim...'' diye cevap verdi.

Binbaşı Alekse devam ediyordu.

_Sandalyeyi ayağının altından alın! Oturmasına müsade etmeyin sakın! Duvara yaslayıp dikili tutun onu! Emrediyorum, kesinlikle uyutmayın... Eğer direniyorsa dövün...Kesinlikle uyumayacak... (Saatine bakarak)
Dört gününü uykusuz geçirdi. Bu işkence en az yedi gündür devam etmelidir. Saat dörde geliyor, sorgucuları da her türlü zorbalıkta serbesttir. Bir daha Artur denilen o yaşlı bunak işi uzatmaya kalkarsa, söyleyin bana gelsin. İşine son vereceğim!... Hadi şimdi çabuk, çık odadan!...

Er, hafif bir tereddütle;

''Ta...Tamam Efendim'' diyerek çıktı.

Nöbetçi eri komutan vari bir sinirle, yediği bunca papara için Gardiyan Artur'u suçluyordu. Onun yanına gidince öfkeyle, anahtarları istedi.

_Timuşenk bir yığın uyku çekti babalık, anahtarı vermediğin için Binbaşı Alekse çok kızdı. Şimdi çabuk sorgu odasının kapısını aç.

Yaşlı  Gardiyan Artur; nöbetçi erin her halinden taşralı olduğu belli; yüzü süt bozumu çillerle dolu bu sarı zübbenin ona böyle bağırıp çağımasına karşılık yüzünü ekşitse de, pek birşey diyenmedi.

Sorgu odasına vardıklarında  öteki asker halen postallarıyla demir kapılarıya tekme savuruyordu. Gardiyan kapıyı açtı, komutanla konuşan asker, ötekine bir şeyler murıldandı. Hızla Timuşenk'in sandalyesini ayağının altından aldılar. Onu duvara doğru dayamaya çalıştılar, fakat yuvarlanıp yere düşüyordu, bu sefer Timuşenk'in yüzüne yumruklar savurmaya başladılar. Timuşenk ayakta durmaya başlamıştı.

 Timuşenk'in sandalyesine oturan nöbetçi erlerden biri, gururlanarak;

_Hey dostum... Bana bakılırsa Timuşenk'in böyle ayakta selvi boyunu sergilemesi, ona daha çok yakışıyor, ne dersin?

Öteki emir eri kahkahalar atarak bu duruma gülüyor, onaylarcasına baş sallıyordu. Yaşlı gardiyan, son derece ilgisiz bir şeyler mırldanarak odadan çıkıp gitti.

Yarım saat sonra sorgu memurları geldi. Timuşenk'in ayakları aklı almaz bir şekilde sızlamasına karşın, sendeleye sendeleye ayakta durmak için çabalıyordu.

Bir yandan da yeni gelen bu sorgucuları tanımaya çalışıyordu, söylenene göre bunlar yeni gelecek olan iki kişiydi. Bunlardan ikisini de tanımıştı. Biri Polis Şefi Jimmy, ötekisi de kendisini evinde tutuklamaya gelen, Ulusal Haber Alma Teşkilatı'ndan biriydi. Sorgulamalar başladığında yumuşak bir hava hakim olsa da, sorgu giderek sertleşti. Üç saatin ardından, Polis Şefi Jimmy ve arkadaşı sigaralarını köşede içlerine çekip dinlenirken, biri kafasını karışıyor ve işinin zorluğunu belli edercesine derin derin nefes alarak Timuşenk'e;

_Ne istiyorsun bay , Timuşenk?

Timuşenk; Suçlamalarınızı kesinlikle kabul etmediğini ve derhal evine götürülmesi gerektiğini söylüyordu.

Beş saat daha sorgunun ardından, Timuşenk'in ağzından kayda değer bir şeyler alınamayınca ona Grawe House Hapishanesinin yolu göründü. Sorgulayan memurlar ikişer kişi olarak sorguya girecekler, ve tam sekiz saat sorgu devam edecekti. Bu sekiz saatin ardından iki memur daha gelecek, bir sekiz saat daha onun sorgusuna devam edeceklerdi. Bu adam başı dörder saat ediyordu ki, dört saat boyunca aynı şeyleri konuşmak epey zor olacaktı.

Mahkumun gözleri kapalı tutulacak, elleri ve ayak bileklerine kelepçe takılacak, ve türlü işkencelerle en kısa zamanda netice almaları beklenecekti. Ertesi gün onu alıp Grawe House Hapishanesine götürdüler. Daha önce bu hapis hanenin ününü çok duymuştu Timuşenk. Soğuk bir mahsene attılar ilkin, sonrası elektirikli sandaleyeye oturtarak üzerine buzlu suyu bedenine döktüler, çok üşümüştü. Bırakın beni diyerek zangırdıyordu fakat daha yeni başlamıştı işkence... Kamışından verilen elektirik akımları, buzlu su, dayak, bedeninde söndürülen sigara izmeritleri tüm bu acılar harap etmişti bedeni. Aklının başına toparlanmasını içim hücresindeki soğuk betona onu külçe gibi yuvarlıyorlar, bir iki saat içinde kaldırıp tekrar sorguya, sürüye sürüye götürüyorlardı.

Daha çok psikojik travmaları hedefleyen bu işkence metodları için, hükümet özel birlikler bile kurmuştu. Hatta zaman zaman bu işkencelerde psikiyatristlerin katıldığı bile oluyordu. Fakat Timuşenk; insanın azmini heder eden bir direnişle karşı çıkıyor, ne olursa olsun ağzından tek bir devrim aleytarı kelime çıkmıyordu.

İki haftanın bitiminde Timuşenk harap olmuştu... Buzlu su ve soğuk onun geçmişteki hapis hane günlerinden kalma zaturresini tazelemişti. O kadar güçlü öksürüyordu ki sorgu memuları bile, başlarını yüzlerini ekşiterek sallıyor, bu adam itirafını imzalamadan ölüp giderse hiç bir işe yaramayak diye birbirlerine fısıldıyorlardı.Sonra bir kaç yudum suyu ferahlaması için dudaklarına götürüyor, sorguya devam ediyorlardı.

 Tmuşenk sorgu sırasında uykuya dalıyor, söylenenleri duymadığı için tekrar tekrar aynı şeyleri sormak sorgu memularını deli ediyordu.Sorgucular tam anlamıyla çileden çıkmıştı. Bazen yorgunluk kafalarına öyle vuruyordu ki, kendileri bile ne sorduklarını anlamıyor, sorguyu baştan alıyorlardı. Bir an önce şu işten kurtulamaya bakan memurlar,   istemdışı bir endişe ile duvardaki saatte  göz gezdirip, nöbet süresinin dolmasına bekliyorlardı. Aslına bakılırsa sorgucuların da sinirleri işkenceye uğramamalarını saymazsak en az Tmuşenk kadar bitikti. Bir yandan hükümetin bu işi el cabukluğuyla gördüp halletmek istemesi, diğer yandan Tmuşenk' in bal gibi meydanda olan suçsuzluğu... Tmuşenk'in suçsuzluğuna kimsenin aldırdığı yoktu, mühim olan hükümetin istediği itirafları yazdırmaktı.Ama üçüncü haftanın bitiminde, bir arpa boyu yol alınanmamıştı.

Öte yandan, hükümete yönelik sert eleştirilerin ardı arkası kesilmiyor, suçluların halen daha bulunamaması yüzünden tehtitler günbegün artıyordu.. Hükümet için; bu saatten sonra sorgulananların gerçek suçlular olup olmadıklarının bir anlamı kalmamıştı, onlar bir an evvel Timuşenk ve arkadaşlarının kellelerini uçurup halkın ateşini söndürmeye bakıyorlardı. Niyetleribu  idamlarla birlikte kargaşaya son vermekti.

Bu korku imparatorluğuyla işlerin yürütüldüğü devlet; bir alt kademesinde memuruna Sanco Pansa muamelesi yapıyordu. Ellerinin altındaki bu kuklaları, parmak uçlarınıdaki ipliklerle pek ala oynatabiliyordu.

Halk mı? Kutlu, mutlu, ulusal iş götürücülüklerle; işler tıkırına bir şekilde koyulmuştu bu güne değin...

Bütün bunlar olurken Timuşenk oldukça zayıflamış, kendi eceliyle ölümünü değil, menfaatlerinin gereği olarak idam sehbasında ölümünü isteyen devlet, onu hastaneye kaldırmış on on beş gün hastanede yatmasına müsade edilmişti.Vücudu biraz olsun toparlanan Timuşenk için işkenecler yeniden başlatılmış, sorgucuları artık kendi kendilerine itiraflar düzenliyorlar, bunu imzalamasını arzu ediyor olmuşlardı.

Timuşenk bütün bunları kabul etmemek için sorgucuların tabiriyle '' katır inadıyla'' devam ediyor, burada imzalatsalar bile mahkemede red edeceğini söylüyordu.

Çünkü diyordu Timuşenk.... Yıllar yılı bu devrimin gerçekleşmesi için gecemi gündüzüme katıp çalıştım. Şimdi  ben nasıl olur da, bu devrim aleytarı işler yaptığıma, başkalarının köpeğiliğini benim gibi bir aydının yaptığına  kanaat getirilebilir, diye bağırıyordu.

Üçüncü ayın sonuna gelindiğinde, baskı giderek arttı. Sinirleri harap olmuş sorgucular artık ağızlarında pek bişey tutamıyor olmuşlardı Tmuşenk'in sorgucuları kendini ve öteki gazateci arkadaşlarını, ihbar edenin Violense Nişaryan adlı bir senatör olduğunu ağızlarından kaçırdılar...

Bütün gece Timuşenk,  Violense' nin o sıska, tilki gibi bakan suratını düşündü. Kararını vermişti, gerekirse idamına sebep olacak itirafını yazıp, idama gidecekti.

Sabah hiç güçlük çıkarmadan sorgu sandalyesine oturdu. Uykulu gözlerle karşındaki sandalyeye oturup, ona aval aval bakan sorgucu memura;

_ Bu gün seni hiç yormayacağım, beni Binbaşı Alekse Mandralenin yanına götürün, oradaki sorgu odasınasına gitmeden hiç birşey yazmayacağım dedi. Senatör Violense ile ilgili çok önemli bilgiler vereceğim! Onunla konuşmama izin verirseniz, itirafımı yazacağım dedi.

 Memurlar afallamışlar, sevinçle gülmüşlerdi.

_ İstediğin bu olsun dostum, derhal ordugaha telefon açmışlar, hatta ordugahtan bir araba gelip onu alana değin ağzına bir sigara koyup, içmesi için kendi elleriyle yardım etmişlerdi.

Gelen arabanın haberi ile; onu nazikçe ayağı kaldırmışlar, yavaş adımlarla ayaklarıdaki kelepçelerle onu dışarıya çıkarmışlardı.

Güneşe çıkan Timuşenk'in gözleri aylardan beri karanlıkta olmanın alışkanlığıyla sancıyordu, kelepçelerden iyice şişmiş ellerini gözüne kapayarak yürüyordu, yavaş yavaş arabaya bindirildi.

İşleri biten sorgucular birbirlerine bakarak sırıttılar , birbirlerine bir kadeh içki ısmarlayarak ''bu işte bitti'' diyorlardı.

Araba gideceği istikamete doğru yol alırken; Timuşenk yanındaki ere, onu pencereye yakın tutmasını ve böylece parmaklıklardan hava almak istediğini söyledi, onu kaldırıp pencereye yaklaştırınca er; Timuşenk'in uzun uzun soluduğunu, çocuksu bir sevinçle rüzgarı içine çektiğini gördü.

Er bir mahkumun bu haline duygulanmıştı, kaç çocuğun var diye sordu merakla.

Timuşenk  evden apar topar alındığı günlerde eşinin yedi aylık hamile olduğunu, çocuk düşmemişse şimdi bir tane çocuğunun olduğunu söyledi.

Suçun nedir diye sordu er. Timuşenk bilmiyorum dedi, başını yere eğerek.

Er başını pencereye doğru çevirdi;

_Galiba bu günlerde kimse suçunu bilmiyor, diye mırıldandı.

Yol boyunca başka bir şey konuşmadılar. İki saatin sonunda ordugaha gelen Timuşenk'i, üç ay önce sorgulamaların başlatıldığı o odaya tekrar götürdüler.

Bir saat boyunca aynalı  odanın ortasında onun gibi siyasi suçlular için tutulan aynı tahta masa ve sandalyeye oturttular.

Yanındaki ere burada bir ayna vardı ne oldu ona diye sordu, er kaldırdık dedi. Timuşenk;

_ İstediğiniz yapacağım  zaten o aynayı ben buradan çıkana değin yerine asın, yüzüma bbakmak istiyorum dedi.

Nedense bunu sorgulama gereği duymadan, çarçabuk yerine getirdiler.

Bir kaç dakika sonra Binbaşı Aleksi ve Violense içeriye girdi. Violense son derece mağrur mahkumun ertafında bir kaç kez gezinerek;

_Timuşenk... Timuşenk... Duyduğuma göre suçlamaları kabul ediyormuşsun, doğrumu bu bu?

Timuşenk başını kaldırıp Violense'nin yüzüne güldü.  Evet, dedi (üstüne basa basa) Bay... Senatör... Violense...

Violense biraz tedirginleşmişti, korkaklığını belli etmemeye çalışan bir iki öksürükle sesine cesaret verip;

_Ama bunların benimle ilgisi nedir, diye sordu.

Mağrurlukla başını kaldıran Timuşenk;

_ Göreceksin aziz dostum, Bay Senatör Violense, ama şimdi yanıma gelin, size çok önemli birşey söyleyeceğim, dedi alçak sesle.

Violense'nin tedirginliği bir kat daha artmıştı, bu fark eden  Timuşenk;

_Korkma kahrolası pislik, ellerim kelepçeli!... Seni öldüremem!

Violense yanındaki iki ere tetikte olun  türünden işaret verdi. Sonra Timuşenk'e doğru eğildi aynı anda okkalı bir tükürük yüzüne yapıştı.

İki er kendini tutamayıp gülmeye başladı.

Violense kıpkırmızı olmuş bir yüzle kapıya doğru yöneldi. kapının girişinde olayları şaşkınlıkla izleyen Binbaşı Alekse'yi kolundan tutup savurduğu gibi, ordugahtan ayrıldı.

Onun bu tafrasının üzerinde pek fazla durmamıştı Binbaşı sadece dayanamayıp gülen iki ere ters ters bakarak Timuşenk' e döndü. Cebindeki kalemi ve kağıdı masaya koyarak odadan çıktı.

Timuşenk, kollarımda kelepçeyi çıkarmadan yazamam diyince, iki er birbirlerine baktı. Binbaşı açın dedi kelepçelerini.

Timuşenk hepiniz odadan çıkın ve kapıyı üzerime kilitleyin tek başıma sakin kafayla yazmak istiyorum dedi.

Kapıları dışardan, sanki o haliyle kaçmaya yeltenecekmişçesine  tekrar tekrar kilitlediler., Binbaşı ''itiraf tamamlanınca haber verilsin'' diye emrederek ayrıldı koridordan.

Timuşenk itirafını bütünüyle düzmece bir halde elleri titreye titreye yazdı, bundan dolayı en ufak bir vicdani rahatsızlık duymuyordu... Ve ekliyordu bütün bu emirleri bana veren, Violense Nişaryan adlı senatördür!...

Omzundan büyük bir yük kalkmışcasınaydı. Nedense yanaklarından iri bulgur tanesi gibi yaşlar süzülürken, sarsıla sarsıla gülüyordu.

Karşısındaki aynaya çevirdi gözlerini. Aylardır traş olmamış saçlarına sakalına bakıyordu. Dalda dalga saçları, kelepçeden şişmiş elleri, üstündeki kanlı mahkum gömleği ve ayağındaki pranga... Hepsi oydu işte... Timuşenk Sinyoroviç... Karısı geldi birden aklına; kısa saçları, iri yeşil gözleri... Hıçkırmaya başlamıştı... Masaya dayayarak, doğruldu. Ayağındaki pangaları ile ardından sürükleye sürükleye aynaya yaklaştı.

Kan çanağı gözlerine bakıyordu, titreyen dudaklarına... Sinir krizi geçirmişçesine yumukladı aynayı. Bir iki üç...Bir iki üç...Dışarda onu izleyen erler; gidip gardiyana olayı haber verene, anahtarı alıp gelene değin, Timuşenk aynanın ortasından kopup yere düşen bir parçayı boynundaki şah damarına batırdı...

Çığlıklar ve bağırtılarla açılan kapının önündei askerler, yerdeki  henüz otuz beş kırk yaşalarındaki Timuşenk'in giderek yavaşlayan hareketlerine dehşet ve dona kalmış bir ruhla bakıyorlardı...