23 Mart 2009 Pazartesi

Feraye

Boşlukta salınan salıncak gibiydi bakışları, fersiz meşakkatsiz öylece yere bakıyordu.
Adam ne düşünüyorsun diye sordu.

Hiç dedi kız...

Nasıl hiç?

Düşleyecek hiç bir düşüm kalmadı Deniz...
...

Uzun bir sessizlik oldu, adamın ruhu ateşin buz dolu bir kadehe boşalması kadar üşüyordu.

Yavaşça başını kaldırdı genç kız, adamın gözlerine baktı uzun uzun...

Aşkın onurunun ne demek olduğunu biliyorsun değil mi, Deniz?

O ki yüreğimde büyüttüğüm duygulara, ılık bahar gecelerini andıran saflığının hürmetine, senin özleyeceğin ama asla el süremeyeceğim bir uzağa; kendi yüreğime, gömdüğümde yaşayabileceğin en ağır yenilgi, ardı kesilmeyen zifiri karanlımdır...

Uçurumun dibindeki menekşe kokularını özlediğim için, kendi uçurumlarından almaya çalıştığın bedenime hayat bağışladığını söyleme sakın!

Bunu kabul etmiyorum...
Asla!
Aşk gecenin en karanlığına razı olup, ışığı yüreğinde duyabilme kudretidir...

Buna şüphesizce inanmaktır Deniz...

Ben seni severken, kendime hayat bağışlıyorum.

Ne yediğimi, ne içtiğimi, nasıl olduğumu bilmesem de, o pınara ruhumun susayan yanlarının sızısına koştuğumu biliyorum.

Gözlerin bunca buğusuyla, yüreğinin gri duvarlarından yalpalayarak ilerleyen özlemlerden haber verirken...
Ruhun bir uçtan diğer ucayanan sahil misali tutuşurken neden yanında değilim?

Nasıl dayanıp, susma kudretini gösterebiliyorsun bilmiyorum...
...

Genç kız, boğazına düğümlenen o garip acıdan kurtulmak için pencereye doğru yöneldi, dudaklarını ısırarak, gözlerini kapadı.

Adam yavaşça elini omzuna koydu, genç kızı göğsüne alıp, sıkıca sarıldı ve;

Sus, yalvarırım! Sus; beni her gün ayrı ayrı öldürme...

Genç kız, elleriyle yüzünü kapadı hıçkırarak ağlamaya başladı.

Git benden, içimdeki bu katran karası duyguyuda al, çek git..

Yoruldum Deniz...

Çok acı çektim, ve her gün o bilindik sona doğru koşuyorum.

Cümlesinin devamını getiremedi Feraye, başı  dönüyordu. Ellerinden canı çekilir gibi oldu..
Olduğu yere yavaşça yığıldı.

Adam; genç kızın düşmesine güçlükle engel oldu, o hasta naif dupduru bir gölü andıran, beyaz yüzüne baktı,içinden kendi kaderine lanet savurmak geçiyordu..

Onu yavaş yavaş öldürüyorum diye fısıldadı, sarıldı öptü ve titreyen dudaklarını arasından ilacını verdi, bekledi uzun uzun...
...

Ne zaman sonra kendine gelen Feraye onu elinin birini tutmuş, başını yatağa yaslanmışken buldu.

Adamın yavaş yavaş beyazlamaya başlamış saçlarını okşadı uzun uzun..

Başını kaldırdı adam, genç kızın  anlından usulca öptü..

Bu duygu ney küçük zambağım?
Baharı andıran tatlı dudaklarını yayıp gülümsedi genç kız, bilinmezi keşfediş diye fısıldadı.

Çok mu seviyorsun Feraye?

Çocukluğundan kalma bir heyecanla, ışıldayan gözleriyle adama bakarak;

_Bir sürü gökyüzü,bir sürü...

Bende seni çok seviyorum dedi adam tebesümle, genç kızın ellerini dudaklarına götürerek.

_Nasıl kıyılır Feraye, söyle bana?

Şarap kırmızı bir tutkunun eseriyle gülümsedi genç kız, kendi içinde yolların  kıvrılıp uzanan sonra kaybolduğu o gözlere bakarken..

Titreyen bir çiçeğin tutsağıydı adam..

Bunu biliyor ve o yüzden çekiyor du perdelerini.
...
Seni sordum Züleyha...
Bir güversin kanadında saklı dediler.
Çırpın yüreğimde,
Mecelle
En zor olan.
Orduları dize getiren mabet.
Kanımla yıkadığım günah,
Züleyha.
.

19 Mart 2009 Perşembe

Firuze


Adam, yeşilliğin ortasında oturmuş kır çiçeklerini toplayan genç kızı izliyor, beyaz uzun elbisesinin eteklerini biraz toplamış, şakırdayan ırmaklar gibi durmadan konuşuyordu Firuze.

Çocukluğunun ışıl ışıl beyazını andıran gözleriyle avuçlarının arasındaki çiçekleri uzattı Deniz'e.

Adam gülümseyerek aldı kır çiçeklerini.

Ne kadar güzel... Tıpkı yüreğin,

Sussan çocukluk ayazı bir ağlama sesi,

Konuşsan baharda sevişen erguvan çiçeği...

Küçük ve beyaz şehrim...

İnsan ne için yaşar söyle bana?

Bilmiyorum dedi Firuze...
Üşüyorum...

Sadece ve bunun için pervane gibi ateşine koşuyorum...

Duymuyorum gökyüzüm, hiç birşey duymuyorum...

Ölecek miyim ben?

Yüreğiyle bağlandığı saçlarını gömerek yüzünü, ölmeyeceksin Firuze dedi.

Sen hiç ölmeyeceksin...

Denize bakar gibi baktı genç kız adamın gözlerine.

Işıldadı tüm ruhunda beyaz...

Kurşuna dizilmeye gün sayan bir ruhun, ölümü idrak edemeyişiydi bu... 

Sesi titredi Firuze'nin.

Kayboluyorum Deniz, kayboluyorum...

Sus...dedi adam.
Kanatlarını geren bir kuş gibi, sarıldı genç kıza.

Ah benim akşamüstü çiçeğim...

Yakut mudur yüreğin?

Bu ne çırpınış ellerinde ki?

Ellerin güvercin kanadı kadar beyaz,

Yanakları nazlı bir gelincik çiçeği...

Nasıl gideyim söyle?
.

13 Mart 2009 Cuma

Siyah


Uzak,
Küçük ve beyaz şehir.
Ne kadar üşümüş berrak sularda yıkanmak için çırpınan ellerin.
Ölü bir çiçeğin gölgesinde, çok zaman sonra içimde açan küçük sevgili,
Söyle, bunların hepsi kör bir tesadüf mü?
Bekleyip bekleyip, en son anda geç kalmak...
Sen sustuğunda, gözlerin dolu dolu olduğunda hayata,
Öyle üşüyor ki bedenim...
Öğrendin değil mi?
 İki dişlinin arasında nasıl sızlarmış bedenin...
...
İçimden geçiyor bana akıp giden ruhun,
İçimden geçip gidiyor da, ben ellerinden tutamıyorum o küçük sevgilinin.
Saçların efsuni bir leylak kokusuyla dolu biliyorum.
Biliyorum suskunluğun o kesif nedenini.
Kapımın önünde; gözlerin yerde, öylece durduğun günü hatırlıyorsun değil mi?
Yere bakıyordun ve ağlıyordun...
Ne içeri gel diyebildim, ne dışarda kal,
Sarıl bana demiştim, hayır diye direnmiştin.
Ah gururlu küçük mor tay,
Nereden öğrendin sen?
Beyaz yelleli atlar gibi, içimde koşturup gözlerime bakmamayı...
Küçük beyaz ellerini doya doya öpebilmeyi ne kadar isterdim bir bilsen,
Küçücüksün Feraye küçücük...
Ne kadar uzak bana kısık kısık kahverengi gözleriyle bakan sevgili,
İçimden git artık,
Sus bir nebze ne olur...
...

10 Mart 2009 Salı

Yağmur Kokulu Toprak


Küçük bir kafes kuşuydu Rakkas.
Pencerenin önünde, demir prangaların içinde...
İçim ürperidi de, camı açardım özgürlüğü duysun diye, neden bilmiyorum öyle çok öterdiki o an..
Çiçeklere mi, denize mi yoksa gökyüzüne mi?
Bütün serçeler uçuşup konardı pencere önüne.
Rakkas daha içli olurdu bu sefer...
Ahh Rakkas diye sitem ederdim, bıraksam o havada nefes alıp, yaşamayı başarabilecek misin?
Başını eğer, susardı...
Tüm serçelerin yüreği burkulurdu bilirdim.
Parıldayan tutkulu bir şelale gibi kıvrıla kıvrıla, duyulmamış güzellikleri duymak, ona dokunmak, gözlerine bakıp yüreğinin bir güvercin kanadı gibi, harelene harelene uçmasını istiyordu ...
Birşey diyemedim o gün..
Küçük ayacıkları neden soğukdu?
Oysa yemleri bitmemişti henüz...
Kime kaçtı diye sordum kafese?
Denize, denize diye fısıldadı...
Şimdi uç dedim...
Yağmur kokulu toprağı serperken göğsüne...

Şiraze

Düşün ki küçüğüm;
Sırayla dizilmiş kristal bardakların tam ortasına hapsetmişler beni.
Sana dokunmak için ellerimi kaldırsam, 
Darmadağın edeceğim her yeri,   
Bense ortasına hapsedilmiş adam.

İçim fazlasıyla sızlıyor, Şiraze..
Ah bir annen yolarak taramasaydı saçlarını...
Aşkı öğrenemek istediğini söylemiştin Şiraze.
Geceydi...
Bana gördüğün yıldızları sayıyordun bir bir.
Ellerin eski ahşap pencerenin önüne dayanmış, türkü söylüyordun..
Gözlerin, yorgun bir işçi kızının uykularına gebeydi..

Ellerini o küçük pencerenin paslı demirlerine kilitleyip, denize kavuşmak istiyorum diye ağlıyordun..
Avuçlarının içini pas tutuyordu, içim ürperiyordu birden..
Yüzü kömür karasıyla kirlenmiş kelebek, ellerin kirliydi hani...
Hani ben bu kara şeyler de ne demiştim.
İs demiştin gülümseyip...
Oysa o yüreğinin yangınından bir yaraydı beyaz parmak uçlarında,
Biliyordum da susuyordum Şiraze...
Aşkın kanatları kirlenmesin demiştin.
O yüzden kendi ıssızlığıma kaçıyorum,
O yüzden dövüşüyorum kendimle,
O yüzden sen acı çeksen, af etmem kendimi.
Şiraze...
Gözlerimi kapasam sensin,
Gözlerime açsam,
Beyaz bir tüy gibi heran uçup gidecek bedenin...

.

9 Mart 2009 Pazartesi

oğluşum


Yaff ne aydınlık yer burası?
Meyhaba dünyaa..
:)
Şimdilik adımı haloşum ciykin kurbağa taktı, ben de annemin göğsüna yaslanıp içli içli ağladım...
Yapma hala yaa..
Benim gibi biy çiykin kuybağaya söylenir mi bu şimdi...
:)
Beni öpücek bii prenses var mı?
Duyanların ve de görenlerin prensesi küçük zıbınımı koklamaya davet ediyorum...
:)
Ne zaman prens olcam ben?
Vallahi çok şekeyim yaff.
Yemin billa..
:)
Paymağını minicik minicik ellerime ver prensesim ..
Öle sıkı sıkı tutuyorum ki..
Biyas anne kuzusuyus ama, arada sırada seninde göğsünde yatar mışıl mışıl uyurum..
Billaha şekeyim yaff.
Hiç kıyamıycaksın, takıl bana seninle annemin ninnilerini dinlemeye didelim..
:)
Sevgili çok masum bii prensim ben, bii koklaya koklaya öp beni, valla bişeyciğin kalmas...
Seninle uykularımda meleklerle gülüşürüs hem...
Oluy mu?
Anne yaff bu kıs bana bakmıyo!..
:)

4 Mart 2009 Çarşamba

Şimdi anlıyor musun?


Kışları köy sokaklarına kirli çakalların gezdiği, memleketlerin birinde doğdu Feraye.

Analar köy odalarınında sancıya tutulurdu.

Soğuk bir kış günü, dışarda dizlere kadar kar, iliklere işleyecek kadar soğuk...

Geceydi.

Anasının sekizinci çocuğuydu yaşaması arzu edilen...

Yanını verilirken Elif gelinin bebesi, burgu burgu ter olmuş anlındaki saç filizlerini geriye itti, sevinç ve garip bir hüzün eşliğinde içten bir yakarışla dua ediyordu Rabbi'ne.

_Kundaktaki bebemi bana bağışla diye mırıldandı, bebesinin cennet kokusunu içine çekerken.

Feraye'nin doğumu bu kış gecesinde olmuştu, iki yıl sonrası Feraye çayırlarda düşe kalka yürümeyi öğrendiği günlerde, Elif Gelin'in dizlerine bir ağrı girdi.

Tutmuyor dizlerim dedi kocasına... Duymadı adam, geçer dedi çok zaman...

 Elif gelin dayanamıyorum diye ağladığında, kocası onun gerçekten çok acı çektiğini bıçağın kemiğe dayandığını anladı.

Önce kasabaya indiler, sonra büyük şehere..

Tahlilleri Ankara'ya gönderildiğinde, hastanede tutuluyordu. Elif Gelin.

Nihayet gelmişti cevap..

Doktor Cemil'in yuvarlak gözlüklerinden izlediği tahlil, yüzünü ekşitti.

Omuzlarına daha şimdiden tüm yükü almış, kocasına dönerek;

_Ali ağam, kan kanseri...

Ali başı önünde, çıktı doktorun odasından. Görüş saatinde sahte bir gülümsemeye yanına geldi Elif'in;

Beyaz yanakları iki aydır iyice içine çökmüş olan Elif kocasına dönerek, ellerini çırpa çırpa yan tarafındaki Erzincan'lı gelinin biraz evvel son nefesini aldığını anlatıyordu.

_Şimdi geçindi Ali şimdi geçindi... Bebeleri geçen gün gelmişti, nasıl da sarılıp koklamıştı çocuklarını... Ne ederler o küçük bebeler Ali.. Ne ederler?

Adamın boğazına birşey düğümlendi, başını yere eğerek; çok kısık bir sesle:

_Bilmem ki ne ederler, diye fısıldadı sesi kısık...

...

Feraye'nin sebepsiz yere hıçkıra hıçkıra ağladığı  gecenin sabahı öldü Elif Gelin...

Bu yüzden içinden tamir edilemez bir boşlukla büyüdü o. Çocukluğunda köşe başlarından çıkıp gelecek, ben ölmedim diyecek bir anne bekledi çok zaman..

Belki de oyun oynamayı istemeyip bahçelerde sessiz sesiz ağlamasının sebebi buydu...

 Sırf bu yüzden; kuşları, çocukları, çiçekleri, gökyüzünü, türküleri çok sevdi Feraye..
....

Onu bu yanlızlık sarmalıyla yüreği içten içe giz olduğu dönemlerde tanımıştı.

Feraye o gün kütüphanede kitapları karıştırırken, bilmeden adamın geçen hafta okuduğu kitabı aldı.

Evine geldiğinde kitabın içinden vesikalık fotograflarla dolu küçük bir zaft düştü yere, eğilip aldı içindekilerin kime ait olduğunu anlayabilmek  için açtı.

Saçları yanlarına doğru hafif hafih kırlaşmaya başlamış, gözleri, griye dönük bir maviydi.
Tanımıştı, bir kaç kez kütüphanede görmüştü, ama yüzüne bu kadar dikkatli bir şekilde ilk kez bakıyordu.

Ne kadar da buğulu bakıyor dedi içinden, sanki içine düşenin kaybolacağından emin..

Kitabı bitirdiğinde en son yorum bölümüne yazılmış, notlarda gezindi bakışları, hafif yatık eli sürekli yazı yazan bir kalemden çıktığı belli bir not ilişti gözüne;

''Anne nerdesin? ben hala geceleri çok üşüyen çocuğunum.''
...


Feraye başını cama yaslayıp öylece bakıyordu yoldan geçenlere.

Babannesi onu ikna etmeye çabalıyordu. Yaşlı kadın ellerini dizlerine vurarak, Feraye'nin hastalığının nüksetmesinden endişelendiğini oraya her gidişinde ayrı bir sorunla geri döndüğünü dert yandı, bilmem kaçıncı kez...

Genç kız cevap vermeden odasına doğru yürüdü.

Sabah yine o bilindik kuru öksürüğüyle uyandı, doğruldu yerinden. Fazla oyalanmadan çıktı evden.

Dağ evinin kilidini son zamanlarda iyice nükseden el titremelerini dindirmeye çalışarak zorla da olsa açtı. Elektrik sobasını yakıp karşısına oturduğunda artık eskisinden daha çabuk yorulduğunu hissetti.

Telefonunun cebinden çıkarak onu aradı;

_Dağ evindeyim Deniz, gelmen mümkün mü?

Yavaşça yerinden doğruldu Feraye, pencereden deniz kıyısına doğru görünen adamın evini izlemeye koyuldu.

Adam yavaş adımlarla çıktı evinden, önce arabasına doğru yöneldi sonra vazgeçip, hızlı adımlarla dağ evine doğru yürümeye başladı.
...
Feraye her zaman yaptığı gibi, usulca dizinin dibine çöktü. Ellerini adamın dizlerinin üstüne koyarak, başını adamın dizlerine yasladı.

_Kırgınlığın geçmedi mi Deniz ?diye sordu adama..

Feraye yüzünü adamın dizlerinin üstünde daha bir avuçlarının içine gömerek, titreyen sesiyle;

_Ankara'ya gidiyorum birkaç gün sonra, yalvarırım bunu bana yapma..

Adamın yüreği daha fazla dayanamadı. Giderek çoğalmaya başlayan şefkat, sevgi ve aşk girdabının ruhunda belirdiğini hissetti.

Suçsuzdu, adı gibi emindi bundan.

Daha fazla direnemedi, genç kızın ellerini kavrayıp, avuç içlerini usulca öptü.

_Anlasana Feraye seni kendi kötülüğümden korumaya çalışıyorum...Anlasana çok küçüksün...
Hastasın yorgunsun...

Feraye'nin beyaz yanaklarından iri çiğ tanesi süzüldü.

 Siyah; iri dalgalı saçlarını geriye iterek, başını göğsüne doğru yasladı adam.

_Ağlama..Lütfen ağlama artık...

Her ikiside gözlerini kapadı, o bilindik duygu gözlerinin ardını tuzlu deniz suyu gibi acıtıyor, çaresizlik yüreklerini boğuyordu...

Feraye güçlü bir öksürük nöbetine tutuldu tekrar, avucunun içinde artık daha sık görünmeye başlamıştı kan...

Karyolaya yatırdı adam, biraz rahatladıktan sonra;

_Son kez izin verecekmisin, hikayeyi tamamlayayım diye sordu.

Anlından usulca öptükten sonra tebessüm ederek, tamam dedi.

Ertesi gün eve geldiğinde, gerçek hikayesini yazdı, Feraye.
...

2 Mart 2009 Pazartesi

Siyaha...

Hatılıyor musun bilmiyorum, sevgili.

Sen kütüphanenin sol tarafındaki masaların en başında oturudun çoğu zaman.

Bense; kapıyı açıp girdiğimde içeri, sessizlerin buluştuğu o mekanda,
 sebebini henüz bilmediğim duyguyla seni arardı gözlerim.
Duygu ;
_Hoşgeldin Su diye bağırırdı, kitapları düzeltirken.
Sen yavaşça başını kitabından kaldırıp bana bakardın, kimsenin anlamadığı bir sırla gülümsediğini sanırdım.

Hafifçe başımı öne eğerek selam verirdim sana .
...
Duygu kitaplarını Ziggurat rahipleri gibi bekleşirdi, onun dünyası benden daha fırtınasız derdim içinden..

Yanına giderdim yavaş adımlarla.

Babil'de killere saklanmış sırları bekleşen bu rahip güven verirdi bana..

Senin yanında benim ellerim ayaklarıma dolaşırken niye bu kadar rahattı, o benim yetişemedim birşeye mi malikti?

Duygu kuzum, sen hiç vurulmadın mı, diye sorardım.

Vuruldum derdi...Ötelere bakan gözlerle,

Vuruldum...

Duygu sesine ciddiyet vererek sana dönmüştü o gün.

''İstanbul'da aşk Babil'de ölüm...İstanbul'da aşk Babil'de ölüm...''

Gözlerini yeniden kitaptan çevirdin bize baktın,

Duygu'ya;

Yoksa siz öldünüz mü demiştin?

Duygu güldülerek;

_Bir rahibe asla kolay cevap veremeyeceği bir soru sordunuz demişti.

Masana davet ettin bizi, uzun uzun konuşmuştunuz.

Bu küçük kız konuşmayı bilmiyor mu demiştin.

Duygu gülümseyerek bana dönmüştü yüzünü ve;

_ Bilmem,ona sorun demişti.
...

Çok zaman sonrasıydı, Marmara'nın suları karaya çaldığı bir zamandan geliyordum..

Sen deniz fenerinin dibinde kayalara otumuştun.

Geldim, arkadan gözlerini bağladım ellerimle.

Kimim demiştim sana...

Kimim?

Sen cansın demiştin... Cansın..

Parmaklarımı usulca öpüp, martılarla gülüşmüştük.

Cay içerdim denizin kenarında ve çok üşürdü ellerim...

Söyle sevgili;

Ömrünün son demlerini yaşayan bu halimle ben hangi deniz gözlüye gülümseyeyim?

Son demlerimizi, bırakta yine aynı denize bakarak geçireyim...

Bırakta, aşkı öğreneyim.
.

Gökyüzüme..

''Bakışlarla yüklü,söylemelerle sessiz
Seninle dolu, seninle sensiz bir şey..
Arandıkça bulunmamış yıllar yılı,
Bulundukça aramaklı.''

Seni neden bu kadar çok sevdiğimi bilmiyorum sevgili..

Neden başımı önünde eğip beklediğimi kapının önünde?

Zambakların yanakları yağmurlar okşar bilirsin.

Bilirsin bu vahşi gururda; sarılmak isterken en çok, susup kalır tümceler.

Bilirsin elleri değdiği yeri yok eder kelebeklerin.

Bilirsin gücü yetmez titreyen akşamüstü çiçeğinin..

Aşkı bana, soruyor ruhlar.

Aşk vazgeçmemek dediğimde, sen delisin diyor tüm yalanlardan ayrılmış aşıklar..

Kavgaları, yenilgileri, boğazlarında dizilmiş bu yorgun gece lambalarına seni anlatamıyorum sevgili..

Öyle bir yerde ki ruhum seninle ayrılmışken bile senden geçmiş değilim..

Öyle bir yerdeki ruhum.

....

Denizin kenarında, ayaklarımı suya vura vura şakırdıyorum hala..

Hala ölüm boğazıma urganını geçirmişken,

Kepenkler kapatılırken üstüme usulca,

Gözlerine bakıyorum, zaman donuyor..

Gözlerine bakıyorum,

Ölümün ne olduğunu bilmiyorum...

...

Kelebeklerin kanatlarına, dokunmamak için direnen, sevgili?

Kelebekler ağlıyor, onlara susun diyorum...

Zaman ayrılığa çalıyor.

Zaman hiç bitmeyecek diyorum.

Ellerinden tutunduğum çocuğun ışığına bakıyorum sevgili..

Aşk beni hep uçurumun kenarına çağırırken,

Zaten ölmeyecekmiyim diyorum...
...
Ellerim yıldızlarına dokunalı beri,

çok üşüyor...
.