21 Ekim 2010 Perşembe

Müze

Beynimi tırmalıyorlar, kaynağını keşfedemediğim bir makine sesi bu. Sonra kahkahalar savruluyor etrafımda, ne oldu diye bakınmama kalmıyor; güçlü bir kaptan bacağımı kaptığı, gibi sürüklemeye başladı beni. Uyanmak istiyorum ama nafile. Kurtulamadığım bir karabasan bu. Yataktan ters yöne dönmemle birlikte, ranzanın ikinci katından gürültüyle yuvarlandım. Başım doğal gaz peteğine çarptı. Bir gürültüdür koptu koridorda; arkadaşlarım paldır küldür içeriye döküldüler. Henüz karabasanın şokunu atlatamayan ben, bir yandan da kafamı tutuyor bir yandan da bana ne olduğunu anlamaya çalışıyordum. Yavaşça kaldırdılar beni, başımın kenarına bir yastık koyup Müge' nin yatağına yatıranlar; kendilerini tutamayıp kahkahayı basıyor, odaya yeni yeni doluşmaya başlayan ötekilere; nasıl yuvarlandığımı, şaşkın şaşkın toparlanmaya  nasıl da, çalıştığımı anlatıyorlardı.

Başımın zonklayışı bir yandan, bir yandan olayın şoku; bizim kızlara ana avrat, hayır hasenat dümdüz gidiyor, ağlaya ağlaya defolun gidin başımdan diye bağırıyordum.

Benim hayırlı hesenatlı sövüşlerim işe yapamış olmalı ki, herkes odadan çekildi. Ben ise ranzanın ikinci katına bir daha gözüme kestiremediğimden Müge'nin yatağına iyiden iyiye yerleştim. Aldığım ağır panik atak haplarının etkisiyle  beynim hiç birşey olmamış gibi tekrar uykuya geçti.

Gürültüyle zırıl zırıl çalan saati, komidinden el yordamıyla almamla odanın ortasına fırlattım. Susmuştu... Uykuya tekrar dalmıştım ki, lanet olası saat; yerine getirilmesi gereken ödevlerimizi anımsatan idealist bir buda gibi, uyanmam için halıfileksin ortasında tekrar tepinmeye başlamıştı. Mayhoş kafayla yerimden doğruldum, saatin üzerine, kahraman bir asker gibi, tüm hışmımla yürüdüm. Pillerini çıkarttım, gülümseyerek komidinin kenarına koydum.

Yatağımın kenarına gelip tekrar yatsam mı yatmasam mı türünden iç geçirdikten sonra paytak paytak lavobonun yolunu tuttum. Aynada izlediğim ben, korku filmlerindeki kaçkınları andıran saçlarımla pek bir şıktım. Kıyafetlerimi ar acele giydikten sonra,  bahtına zorunlu olarak ranzanın ikinci katı düşmüş; uykusunda mırım mırım konuşan Müge'yi dürtükleyerek '' hadi ben çıkıyorum Müğiş''  dedim. Duydu mu duymadı mı emin değilim ama, kapıyı kapatım çıktım. Dışarda gün daha yeni ağarmaya başlamıştı, altı buçuk trenine binerek İstanbul yolunu tuttum. Tren sessiz ve tenhaydı. Açılmak için elimin tersiyle trenin buğulu camını silip dışarıdaki sise bakıyor, bir yandan da gece başıma gelenleri düşünüyordum. Tanrım beni cin mi çarpmıştı? Yıllardan beri kullnadığım ranzadan nasıl olur da düşebilirdim.Biraz daha ilerledikten sonra; beni Karaköyde karşılıyacak olan arkadaşım İlter'e uyanması için günaydın mesajı çektim. Yarım saat sonra nerde olduğumu sorunca; '' Haydar Paşa'ya indim yiğen'' diye bir mesaj daha çektim.

Yolu  bana tekrar tekrar anlatan mesaj trafiğinden sonra; yaşlı bir amcaya takılıp, Karaköy vapuruna sohbet ede ede yürüyerek bindik. Amca ''en son ki iskelede ineceksin, yolcuların boşalmasından anlarsın'' diyerek bir sonraki iskelede indi. O indikten sonra, bir iskeleye daha yanaştık. Herkes inmek için ayağı kalkınca ben de herhalde burası amcanın dediği yer, diyerek doğruldum. Arkadaşım İlter henüz beni karşılamaya gelmemişti, sen ordaki kafalere takıl dedi ama ortalıkta kafe filan gözükmüyordu. Bende sırf merakımdan filimlerde gördüğüm bir köprünün üstünde oltlarıyla balık tutmakta olan insanların yanına yürüdüm. Burası şu ünlü kalata köprüsümü? Hımm, şu tuttuğun balıklar ne peki? Demek mezgit, peki oltayı nasıl tutuyorsun? Nasıl anlıyorsun oltaya balık geldiğini? Hımm... Demek öyle, derken telefonum çaldı.

-İskelenin önündeyim Ayşe, sen nerdesin?

-Galata köprüsünün üzerindeyim.

-Ne işin var Galata köprüsünün üzerinde!

-Hiç öyle merak ettim.

-Çabuk in deli!

-Tamam akıllı, sen nerdesin?

-İskelenin dibinde.

-Tamam geliyorum, diyerek telefonu kapadım.

Yanlış yerde indiğimi ne İlter ne balıkçılar ne de ben fark edemediğimden, bir o yana bir bu yana gidiyor balıkçı tezgahlarının dibinde merakla onu arıyordum. Tekrar aradım, arkadaşım cep telefonunun ucunda sinirden küplere binmişti, bense başıma geceden beri gelen bu şansızlıklardan ötürü gülme krizine giriyor doğru düzgün konuşamadan telefonu kapatıyordum. Kontürlerimi epey bir tükettikten sonra; yoldan çevidiğim birine, arkadaşımla konuşması ve hayrına olayı açığa çıkarması için, telefonu uzattım. Genç adam bir iki sorudan sonra başını onaylarcasına salladı ve bana dönüp ''yanlış yerde inmişsin kardeşim''; köprünün öteki tarafındaki iskelede inmeliymişsin, arkadaşın orda bekliyor diyerek bana yolu tarif etti.

İlteri görünce kahkahayı bastım, bir iki birbirimizi patakladıktan sonra yürümeye başladık. Gideceğimiz yer üniversite hocamızın ödev için gönderdiği bir müzeydi. Müze çeşitli kadavraların sergilendiği, ürküntü verici garip bir yerdi. Ben yaşayabileceğim heyecanı ertelemek için, espiri üstüne espiri patlatan arkadaşıma karşılık vererek güle eğlene ilerliyorduk. Şüphelenmeme en ufak bir mahal bırakmadan olayı çok önemsizmişçesine geçiştiriyor, çıktıktan sonra bir çorbacıda karnımızı doyurmayı planlıyorduk.

Müzenin önüne bu keyifle gelirken, erteledikçe ertelediğim panik atak nöbetim gıgım gıdım zihimi kurcalamaya yavaşça ben burdayı beni sakın unutma türünden kendini hatırlatıyordu. Bu depresif durumu arkadaşıma çaktırmamak için elimden geleni yapıyor, sahte gülücüklerle pek korkmadığımı ona çok belirgin bir şekilde hissettirmeye çalışıyordum. Biletleri aldıktan sonra, daha içeriye girmeden kalp atışlarım belirgin bir düzeyde artmıştı. İlter'in koluna fark edemeden tutundum.

_Korkuyor musun cadı? diye sordu.

-Saçmalama ne korkucam ama biraz heyecan ve tedirginlik var, istem dışı...

Benle alay edercesine;

- Hadi be rengin attı hafifçe, ne de ödlekmişsin sen ya!

Ona ileri derecede panik atak tedavisi gördüğümü anlatırsam, arkadaşların diline kolaylıkla düşme potansiyelim çok yüksekti. Bu sözlerine alındığımı belli etmemeye çalışıp, bir iki derin nefes daha aldıktan sonra kolunu inca parmaklarımla iyice kıstım. Parmaklarım kolunu acıtmış olmalı ki;

-Kasma kendini, kolumu acıttın, dedi.

İçeriye girdik, pazarda alışverişe gitmiş gibi rahat görünmeye çalışıyordum. Biraz daha ilerleyince; kadavranın eline bir bez parçası gibi konulmuş, bembeyaz bir insan derisi görünce sessizce '' yuh artık!'' diyip camekanın önünde çakılı kaldım. Bu benim panik atağımı iyice beliren atraksiyonlarıyla tetiklemeye yetmiştide artmıştı bile. Gözlerimi çevirip olaydan kurtulmalıydım. Kalbimin çırpıntılarını en aza indirgemek için oldukça yavaş yürüyordum. Daha sonra uğrayacağımız duraklarlara üstün körü bakıyor, yanlarındaki açıklamları okumakla yetiniyordum. Önüme o kadar çok bakıyor, İlter'in dürtüklemesiyle hayata dönüyordum ki, insanların yavaş yavaş çevremizden çıkışa yöneldiklerini algılayamıyordum bile. En son bir iki kişi kaldığında ben iyice tenhalaştığını kavramama fırsat vermeden İlter kolumdan tutup;

- Bak burda ne var! Video odasıymış burası, hadi gidelim.

Birşey diyememiştim, yürüdük.

Oda da büyük video ekranın ışığından başka herşey zifiri karanlıktı. Sıralanmış sandelyelere ikimiz yanyana oturduk. Görüntüler mide bulandırıcıydı. İlter muhlanmış gibi ekrana bakıyordu. Birden başı hafifçe yana düştü. Ben bunu fark ettim, fakat bayılmış olabileceğini tahmin etmediğimden; biraz  hada alttaki açıklamaları okudum. Çabuk sıkılmıştım yanıma dönüp kalkalım diye onu dürtükledim. İlter buna cevap vermedi, bir kez daha dürtükledim. Pat diye önüme düştü. Sendeleyip bağırmaya başladım, eğilip yüzüne baktım, gözleri kapalıydı. Yardım için başımı çevirdiğimde; biraz evvel kolonun köşesinden videoyu izleyen gençlerin, yerinde olmadıklarını gördüm. Videodan sesler ve görüntüler akmaya devam ediyordu. İlterin yanaklarını bir iki şaplattıktan sonra, kendine gelmediğini görünce şaşkınlıkla kalkıp odadan çıktım. Müzenin içinde poz vererek duran ölü kadavralarından başka bir Allahın kulu yoktu. Kalbim çıldırıcasına çarpmaya başlamıştı, hızla çıkışa doğru yöneldim. Hızlı adımlarla çıkışa doğru koşarken bağrınmaya devam ediyordum. Çıkş kapısı  büyük ve siyah bir duvarla kapatılmıştı, yanlış yere geldiğimi düşünerek bir daha bakındım etrafa, hayır geldiğim yer doğruydu. Kapana kısılmış gibiydim. Çıldırmışçasına bağırmaya başladım.

- İmdat! Görevliler...Kurtarın! Çıkmak istiyorum... Bayıldı arkadaşım...

Daha fazla bağıramıyordum, sanki biraz daha bağırsam ölüleri rahatsız edecek onları uyandıracak gibi bir duygu vardı içimde. Bir iki daha şaşkın şaşkın koşturdıktan sonra herhangi bir yardımın gelmediğini, kimsenin bana cevap vermediğini duyunca, koşar adım tekrar video odasının koridoruna yöneldim. Videodaki sesler hiç birşey olmamış gibi kaldığı yerden devam ediyordu. Köşeyi döndüğümde İlterin yerinde olmadığını gördüm. Boğulacak gibiydim nerdeydi bu adam! Ellerimle başımı tutarak olanları anlamaya çabalıyordum. İlter... İlter ayılmışta olabilir, doğru ya niye panik yapıyorum? Baygınlığı geçmiştir muhakak...Evet evet geçmiştir... Aramaya koyuldu beni...Odadan tekrar çıkarak;

_İlter! İlter... Allahın cezası nerdesin? Tekrar mı bayıldın! İlter... Kimse yok mu?... Sesime cevap verin!...

Biraz bekleyip soluklandım, ama aklım başımdan bütünüyle gitmişti. Aklıma telefonla onu aramak geldi. Doğru ya belki de şimdi telefonunu açmış, aramamı bekliyordu. Elimi çantaya atıp aramaya koyuldum. Yoktu... Çantayı eğilerek yere döktüm. Yok! Tanrım yardım da isteyebilirdim onunla. Nerde olabilirdi? Çıldıracak gibiydim.

Kalkıp tekrar çıkışı aramaya koyuldum. Hıçkırarak ağlıyor, delirmiş gibi bağrınıyordum. Bir labirente sıkışmış gibi hissediyordum kendimi. Ara ara gözgöze geldiğim ölüler, kapana kısıldın dercesine bana bakıyorlardı. Böyle birşey gerçek olamazdı. İnanmak istemiyordum kapana kısıldığıma.

-Lanet olası nerdesin! İlter... Sesime cevap ver gıcık şey!... Benimle dalga mı geçiyorsunuz?

Artık tıkanmıştım, yere yığılıp hıçkıra hıçkıra ağlama başlamıştım ki; bir gürültü işittim, sonra bir çığlık... Yüreğim yerinden kopmuştu. Zıngır zıngır titriyordum. Yerimden fırladığım gibi, çantamı döktüğüm köşeye koştum, çömelip iyice sindim. Ses kesilmişti. Su şişemi titreyen ellerimle sanki biri benim elimi kapacakmışcasına korkuyla yerden aldım. Petin ağzını açıp bir iki yudum içtim. Doğrulup hızla video odasına geçtim. Kahrolası İlter, benle dalga geçercesine aynı yerde yatıyordu. Yanağına esaslı bir güçle sille indirdim, ayılmıyordu. Yakasını tutup sallıyor ayılmasını sağlama çalışırak bağırmaya devam ediyordum.

-Allahın belası... Geri zekalı! Açsana gözlerini... Biraz evvel neredeydin manyak!... Yalvarırım aç gözlerini... Hadi kendine gel...

Dudaklarını anlamlı anlamsız aralayarak mırıldanmaya başladı, güç bela koltuk altlarından tuta tuta onu duvara dayadım.

_ İlter gözünü seveyim aç gözünü... Kendine gel... Çıldırcam ne olur aç, aç hadi gözlerini... Geri zekalı açsana! Ne oluyor burda? İlter aç! Ne yaptılar sana...

Acımaya başlamıştım, acaba birşey mi içirmiştiler ona? Yoksa saralımıydı? Ne olmuştu müzedeki insanlara, nereye gitmişlerdi öyle birden bire? Neden kapılar kapalıydı? Bizi diri diri öldürecekmiydiler? Ne olacaktı! Ne? Ne? Ne?

Allahın cezası görevliler neredeydi, ya o çığlık! O neyin nesiydi Tanrı aşkına?

Tam bu sırada dışarda bir ses daha işittim. Odanın kenarını dizilmiş sandalyelerden bir tanesini kaptığım gibi yavaş adımlarla koridora doğru yöneldim. Ölülerin yerleri değiştirilmişti, yanlarındaki yazılar yoktu ve birden elktirikler gitti. Bir iki saniye duvara yapıştım, yavaş yavaş elektirikler geldi. Işıklandırmanın biri yanıyorsa öteki sönüyor, öteki yanıyorsa beriki kapanıyordu. Birinin koluma dokunduğunu fark etmemle, sandalyeyi kafasına geçirdim.

İlterdi bu. Kafasını tutuyor. Manyak mısın diye bağırıyordu.

Zırıl zırıl ağlamaya başladım. Olanları ona anlatmaya çalışıyordum.

- İlter bizi buraya kapadılar... Çıldırcam, çıldırcam... Kapadılar, kapadılar bizi... Öldürcekler bizi... Yalvarırım bişe yap... Birşey yap kurtar bizi...

Bu arada İlter kollarımı kavramaya çalışarak beni güç bela teskin etmeye çalışıyordu.

- Canım... Tatlım kendine gel, biz sadece ufacık bir şa... ka... Ufacık bir şaka...

Ben;

- Şaka! ufacık bir şaka ha! Sen ne diyorsun geri zekalı?

Çığlık çığlığa küfür sallıyordum ona, tekmeleyip bağrınıyordum ki; Müge beni uykumdan uyandırdı. Ter içinde kalmıştım. Büyük bir kabus görmüştüm tekrar. Ban bir kaç yudum daha su içirdiler. Doğrulup yüzüme bir iki su vurdum, pencerenin kanadını açıp gecenin soğuğuyla yavaş yavaş kendime geliyordum. Komidinin üzerinden Müge'nin sigarasından sigara kullanamadığım halde bir tane tırtıkladım. Sigarayı yakıp pöfördete pöfürdete içmeye başlamıştım. Müge ranzanın ikinci katından doğrulup;

-Göremedim zannetme cigaramı tırıtıkladığını. Kızım yatsana... Gecenin vaktinde uykun kaçarsa yarın uyanamazsın, altı buçuk trenine. Yetişemezsin söyliyim. Sahi ne yapcan yarın müzede çok merak ediyorum.
İlaçlarını almayı sakın sakın ihmal etme diyerek gülmeye başladı.

Ben;

-Kızım sana şurdan bir uçar tekme atarım, yat zıbar da uyu. Bana müze filan da deme.

Müge;

- Niye kızım ya? Ne güzel müze... Kadavra müzesi.... Immm. Bayılırsın sen öyle yerlere...

Ben;

-Ya sen benle dalga mı geçiyorsun?

Müge;

- Yooo, diyerek gülmeye devam etti.

Yastığı kafasına geçirip, türlü beddular ona ede ede susmasını sağladım.

Zıbardı diye fısıldayarak güldüm. Uykum bütünüyle kaçmıştı. Sbahın olmasını beklemeden elime kalemi alıp yazma başladım.

Ey Sema hoca! Sen çok yaşa emi. Rüyalarıma bile girip beni ödevleriyle taciz eden tek kadın. Öldüm öldüm geberdim. Yeter ya!... Yeter..