7 Haziran 2010 Pazartesi

Yaşama Sanatı

Popüler kültürün hegemonyasında eriyen sanat anlayışı ülküleri kapitalin dişlilerinde can çekişirken, bu ölümsü çığlıklara karşı sanatçı; kendi dili, kendi lisanıyla pay koparabilmenin derdini, ''birilerine birşeyler vermek''ten öte yaşıyor.

Bunu sorgulamıyor değil, ama düzen bunu gerekli kılıyor.

Bu yüzden; ''yaşama savaşı''ndan bizim anladığımız aslında birbirine tezat gibi görünen bir çok paydanın aynı anda var olabildiği, bu iki yüzlülüğe giderek ruhumuzun alıştırıldığıdır.

Geçenlerde okuduğum öykü antolojisinde buna örnek verebileceğim bir olaya rastladım.

Yazar hikaye kahramanını bir ses dublörü seçmiş. Dublör ilk işini yapmak için gittiği sette, yıllardan beri bu işi yapmakta olan, yaşlı bir dublörle karşılaşıyor.

İlk olarak; genç dublöründen köpek gibi havlaması istiyorlar, o biraz tereddüt geçirse de, gereklilik iç güdüsü ile bunu yerine getiriyor.

Bunu öylesi bir beceri ile yerine getiriyor, öyleysi bir kuvvette ulumaya, havlamaya başlıyor ki; teknik ekip alkış tufanına tutuyor genci.

Bravo, diyor yaşlı olan dublör...Bravo...Bu işi başaracaksın...

Satırları okurken, ürpermeden edemiyor insan.

...

Kitaplarda öğretilen sanatın toplumsal sorumluluk yönü olduğu ve bu sayade Kant'ın etiğine yaklaşacağımız.

Buna zaman zaman karşı çıkanlarda yok değil. Ama sonuç ne olursa olsun, aslında sanatçı; ''varedemediği'' ideanın huzursuzu.

Şair bir tanıdığımın, yayın evi yayın evi gezerken çektiği sıkıntının ne demek olduğunu onun düşüncelerinin ne demek istediğini, daha yeni yeni anlamaya başlıyorum..

Onun bürokrasinin hegomonyasından, kapitalin baskıcı yapısından ''kalemin uzak tutulması'' gerektiğini söylerken, toplumda çok iyi şeyler verdiği halde yalnızlaştırılmasına dair şikayetini anlayamıyordum.

Oysa ki zamanla, toplumda alkışlananlardan öte, alkışlanmayan;  toplumdan izole, kendi iç dünyasında, kendi fil kulesini inşa etmeye uğraşan bu bireylerin ne demek istediklerini anladım.

Hayyam'ı saltanatın önünde bir kese altını eğilip almaya tenezzül ettirmeyen o güç...Herkesin hem fikir olduğuydu.

Paraya baş eğmek zorunda bırakılan, o güçlü hegamonyaya katlanmak zorunda bırakılan birey ne peki?

Her ikisininde ''yaşama sanatı''nı bir tutmuyorum elbet...

Her Martin Eden kendi sularının derin serinliğini duymakla başlıyordu satırlarına ama, sonunda  saltanatın önünde bekleşmek zorunda bırakılan o kişiler, şairanelikleriyle hürriyetten dem vuruken; aydınlığa ''kendi karanlıklarından'' çağıran  Herakleioslar değiller midir?

Bana, benim ''yaşama sanatı''ından ne anladığımı  soruyorsunuz.

Penceremin paslı demir kafeslerini tutup, hıçkıra hıçkıra ''ben yüreğimin sesini dinlemek istiyorum'' diye ağladığımdı.

Ne kadar iyi uluyacağımı bilmiyorum.

Ama Maria Rikle'nin dediği gibi;

''Onlar söylediklerinden haklıydılar, o gerçekten düşmanlarıydı çünkü...''