4 Mart 2009 Çarşamba

Şimdi anlıyor musun?


Kışları köy sokaklarına kirli çakalların gezdiği, memleketlerin birinde doğdu Feraye.

Analar köy odalarınında sancıya tutulurdu.

Soğuk bir kış günü, dışarda dizlere kadar kar, iliklere işleyecek kadar soğuk...

Geceydi.

Anasının sekizinci çocuğuydu yaşaması arzu edilen...

Yanını verilirken Elif gelinin bebesi, burgu burgu ter olmuş anlındaki saç filizlerini geriye itti, sevinç ve garip bir hüzün eşliğinde içten bir yakarışla dua ediyordu Rabbi'ne.

_Kundaktaki bebemi bana bağışla diye mırıldandı, bebesinin cennet kokusunu içine çekerken.

Feraye'nin doğumu bu kış gecesinde olmuştu, iki yıl sonrası Feraye çayırlarda düşe kalka yürümeyi öğrendiği günlerde, Elif Gelin'in dizlerine bir ağrı girdi.

Tutmuyor dizlerim dedi kocasına... Duymadı adam, geçer dedi çok zaman...

 Elif gelin dayanamıyorum diye ağladığında, kocası onun gerçekten çok acı çektiğini bıçağın kemiğe dayandığını anladı.

Önce kasabaya indiler, sonra büyük şehere..

Tahlilleri Ankara'ya gönderildiğinde, hastanede tutuluyordu. Elif Gelin.

Nihayet gelmişti cevap..

Doktor Cemil'in yuvarlak gözlüklerinden izlediği tahlil, yüzünü ekşitti.

Omuzlarına daha şimdiden tüm yükü almış, kocasına dönerek;

_Ali ağam, kan kanseri...

Ali başı önünde, çıktı doktorun odasından. Görüş saatinde sahte bir gülümsemeye yanına geldi Elif'in;

Beyaz yanakları iki aydır iyice içine çökmüş olan Elif kocasına dönerek, ellerini çırpa çırpa yan tarafındaki Erzincan'lı gelinin biraz evvel son nefesini aldığını anlatıyordu.

_Şimdi geçindi Ali şimdi geçindi... Bebeleri geçen gün gelmişti, nasıl da sarılıp koklamıştı çocuklarını... Ne ederler o küçük bebeler Ali.. Ne ederler?

Adamın boğazına birşey düğümlendi, başını yere eğerek; çok kısık bir sesle:

_Bilmem ki ne ederler, diye fısıldadı sesi kısık...

...

Feraye'nin sebepsiz yere hıçkıra hıçkıra ağladığı  gecenin sabahı öldü Elif Gelin...

Bu yüzden içinden tamir edilemez bir boşlukla büyüdü o. Çocukluğunda köşe başlarından çıkıp gelecek, ben ölmedim diyecek bir anne bekledi çok zaman..

Belki de oyun oynamayı istemeyip bahçelerde sessiz sesiz ağlamasının sebebi buydu...

 Sırf bu yüzden; kuşları, çocukları, çiçekleri, gökyüzünü, türküleri çok sevdi Feraye..
....

Onu bu yanlızlık sarmalıyla yüreği içten içe giz olduğu dönemlerde tanımıştı.

Feraye o gün kütüphanede kitapları karıştırırken, bilmeden adamın geçen hafta okuduğu kitabı aldı.

Evine geldiğinde kitabın içinden vesikalık fotograflarla dolu küçük bir zaft düştü yere, eğilip aldı içindekilerin kime ait olduğunu anlayabilmek  için açtı.

Saçları yanlarına doğru hafif hafih kırlaşmaya başlamış, gözleri, griye dönük bir maviydi.
Tanımıştı, bir kaç kez kütüphanede görmüştü, ama yüzüne bu kadar dikkatli bir şekilde ilk kez bakıyordu.

Ne kadar da buğulu bakıyor dedi içinden, sanki içine düşenin kaybolacağından emin..

Kitabı bitirdiğinde en son yorum bölümüne yazılmış, notlarda gezindi bakışları, hafif yatık eli sürekli yazı yazan bir kalemden çıktığı belli bir not ilişti gözüne;

''Anne nerdesin? ben hala geceleri çok üşüyen çocuğunum.''
...


Feraye başını cama yaslayıp öylece bakıyordu yoldan geçenlere.

Babannesi onu ikna etmeye çabalıyordu. Yaşlı kadın ellerini dizlerine vurarak, Feraye'nin hastalığının nüksetmesinden endişelendiğini oraya her gidişinde ayrı bir sorunla geri döndüğünü dert yandı, bilmem kaçıncı kez...

Genç kız cevap vermeden odasına doğru yürüdü.

Sabah yine o bilindik kuru öksürüğüyle uyandı, doğruldu yerinden. Fazla oyalanmadan çıktı evden.

Dağ evinin kilidini son zamanlarda iyice nükseden el titremelerini dindirmeye çalışarak zorla da olsa açtı. Elektrik sobasını yakıp karşısına oturduğunda artık eskisinden daha çabuk yorulduğunu hissetti.

Telefonunun cebinden çıkarak onu aradı;

_Dağ evindeyim Deniz, gelmen mümkün mü?

Yavaşça yerinden doğruldu Feraye, pencereden deniz kıyısına doğru görünen adamın evini izlemeye koyuldu.

Adam yavaş adımlarla çıktı evinden, önce arabasına doğru yöneldi sonra vazgeçip, hızlı adımlarla dağ evine doğru yürümeye başladı.
...
Feraye her zaman yaptığı gibi, usulca dizinin dibine çöktü. Ellerini adamın dizlerinin üstüne koyarak, başını adamın dizlerine yasladı.

_Kırgınlığın geçmedi mi Deniz ?diye sordu adama..

Feraye yüzünü adamın dizlerinin üstünde daha bir avuçlarının içine gömerek, titreyen sesiyle;

_Ankara'ya gidiyorum birkaç gün sonra, yalvarırım bunu bana yapma..

Adamın yüreği daha fazla dayanamadı. Giderek çoğalmaya başlayan şefkat, sevgi ve aşk girdabının ruhunda belirdiğini hissetti.

Suçsuzdu, adı gibi emindi bundan.

Daha fazla direnemedi, genç kızın ellerini kavrayıp, avuç içlerini usulca öptü.

_Anlasana Feraye seni kendi kötülüğümden korumaya çalışıyorum...Anlasana çok küçüksün...
Hastasın yorgunsun...

Feraye'nin beyaz yanaklarından iri çiğ tanesi süzüldü.

 Siyah; iri dalgalı saçlarını geriye iterek, başını göğsüne doğru yasladı adam.

_Ağlama..Lütfen ağlama artık...

Her ikiside gözlerini kapadı, o bilindik duygu gözlerinin ardını tuzlu deniz suyu gibi acıtıyor, çaresizlik yüreklerini boğuyordu...

Feraye güçlü bir öksürük nöbetine tutuldu tekrar, avucunun içinde artık daha sık görünmeye başlamıştı kan...

Karyolaya yatırdı adam, biraz rahatladıktan sonra;

_Son kez izin verecekmisin, hikayeyi tamamlayayım diye sordu.

Anlından usulca öptükten sonra tebessüm ederek, tamam dedi.

Ertesi gün eve geldiğinde, gerçek hikayesini yazdı, Feraye.
...

Hiç yorum yok: