27 Haziran 2010 Pazar

AYŞEGÜL


  Çocukluğumun o uslanmaz sevinciyle, sabahın köründe evdekileri uyandırdığım senelerde; ilk imreniş, ilk kıskançlığımın ismi.

  Ayşegül.

  Gözleri simsiyah ve ipiri, kirpikler sık ve uzun.

  Pembe yanaklarımda açmış gamzelerin adı.

  İlk “İstanbul'a bir gün gidersemin” özlemi...

  İstanbul'a ilk gidişimde, düşümdeki pamuk şekeri...

  Kırmızı kiremitli evinlerin acaba hangisinde?

  Şimdi yaşar mı?

  Yaşarsa nerededir?

  Bilmiyorum hiçbir şey...

  İstanbul düşüne, ilk kez bu kadar yakınken uzun bir aradan sonra bir öykü yazacağım.

  Bu öyküyü dersimin gereği olsa da, Ayşegül' ün anısına yazıyorum.

                                                              ...


  Çok sade bir kadın olan Elif Ebe; son derece kibar, muttassıp ruhlu bir kadındı. Onu omuzlarını örten siyah bir eşarpla, dizelerine kadar koyu renkli pardüsösü ile hatırlarım. Ev arkadaşı olan Fadime Abla ise; başına örtü takınmaz, saçlarını arkadan salık bırakır, kakülleri daima biçimlice yerleştirili, zamanın modasına uygun dar ve yırtmaçlı etekleriyle, sivri burun yüksek topuklu ayakkabılarıyla yürürdü. Sırtım onun yüzüne dönük olsa bile, ayakabılarının takırtısından gelenin o olduğunu anlardım..

  Güneş başımızı sıcaktan kazana çevirdiği sıcak bir öğlen saatiydi. Sokağa siyah bir otomobil yanaştı ve onların evinin önünde durdu. Oyunumuzu bırakmış, meraklı gözlerle gelenlere bakıyorduk. Elif Ebe ve ev arkadaşı dışarıya çıkmış, sevinç içinde gelen misafirlerine sarılmış onları içeriye almışlardı. Gelen kadın ve erkekleri pek anımsamıyorum. Bütün anımsadığım ve dikkatimi en çok çeken nokta; gelenlerin arasında kahkahaları ve çığlıkları ile mahallemizin çocuklarını şaşkına çeviren küçük bir kızdı. Bizler; beyaz mus çorapları, kırmızı rugan ayakkabılarıyla elbisesinin içinde gülümseyen o çocuğa bakıyorduk.

  Çocuklar için son günlerde odak noktası haline gelen bu evi; gizli gizli seyrediyor, yeni gelen misafir kızı ballandıra ballandıra... Tekrar tekrar anlatıyorduk...

  Birkaç gün sonra mahallemizdeki harabede olmuş eski bir evde evden aşırdığımız çay tabakları, bulduğumuz birkaç plastik parçası, gazoz kapakları ve şeker cıncıkları ile evcilik oynuyorduk.Evcilik oynarız da bir annemiz bir babamız olmaz mı? Kübra babamız, Büşra ise annemiz olmuştu o gün. Mutluluktan kıkır kıkır gülmeye başlamış, o toz toprak içinde yeni gelen kızı unutmuştuk ki... Birden evlerinin kapısı açıldı; ayakkabılarını özenlice giydi, evden gelen tembih sesine tamam, olur türünden cevap verdikten sonra, yanımıza doğru yürümeye başladı. Biz o anın heyecanıyla oyunu filan unuttuk, Kübiş her zamanki şeytanlığıyla“Tenko konuşun kızlay yanımıza geliyse'' diye fısıldadı.

  Neyimiz eksikti canım...

  Bir tatlı cadılığın kız kuruluğu içinde,  hıııh diyip omuz silktik.Sanki bir kaç gün öncesi elbiselerinin güzelliğine hayran kalmamış, ağzımız beş karış açılmamış gibi...

Oyunumuz devam ediyormuş gibiydi. Oysaki tüm dikkatimiz Cıcık Kız'ın oynadığımız yıkıntıya gelen adımları ile ilgiliydi.

  Yalandan kim ölmüş...

  Büşra elindeki çay tabağına parmaklarıyla biraz toprak koyuyor, ben şeker cıncıklarını bulduğum ağaç dallarını çivi yaparak toprak duvardaki boşluklara, elimdeki küçük taşla çakmaya çalışıyordum. Elif boyası çokta dökülmüş, ahşap pencerenin pervazına dayanmış, bebek gibi tuhaf sesler çıkarıp ağlıyordu. Kübiş Babamız ise; evdeki tamiratla ilgili, bana sırtını dönmüş, anamıza laf sayıyordu. Bu arada Cıcık Kız yanımıza iyice yaklaşmış, özendiğini herhalinden belli eden bir utangaçlıkla yerinde sallanıp, bizi izliyordu. Mahcup, birazcık da utangaç, içimden acaba adı ne diye geçiriyorum. Başımı yavaşça kaldırdım, gülümseyerek baktım yüzüne. O da bana karşılık verdi. Üzerinde uçuk pembe, beyaz puantiyeli, karpuz kollu bir elbise vardı. Amerikan filmlerindeki çocuk oyuncular gibi bakımlı ve tatlıydı. Acaba bizle konuşur mu türünden düşünceler geçiyordu kafamdan. Cesaretimi biraz toplamaya çalışarak:

  -Adın ne? diye sordum.

  -Ayşegül, dedi kısık ve utangaç ses tonuyla.

  Biraz sonra oyuna girmek istediğini, onu oyuna katmamızı rica etti. Bu kibarlıktan mest olunmaz mı, hemencecik kabul ettik. Evciliğimize alışması pek uzun sürmedi. Oyumuzdaki  plastik parçalarının mutfak araç gereci olduğunu hemen anladı. Fakat çikolata kaplarını neden duvara sokuşturduğuma bir türlü anlam verememişti nedense.

  Bir yandan tanışma faslı... Elif'in, Kübiş'in, Benim ve Büşranın evini tarif ediyorduk. O ise Elif Ebe onun halası olduğunu, babasının doktorluğunu buraya ta İstanbul'dan gezmeye geldiklerini anlatıyordu.Bu gün ne olmuşsa olmuş, canı  çok sıkılmış. Bizim oynadığımızı görünce, annesinden türlü yalvarmalarla izin istemiş. Sonunda o izni koparıp soluğu bizim yanımıza da almış. Öncesi biraz çekinmiş, çünkü daha evveli gittiği mahallede çocuklar çok kibirliymişler. Oysa ki bizler, çok iyi yürekli kızlarmışız.

  O bize iyi yürekli kızlar derde biz durur muyuz? Başladık itirafa. Bizde sandık ki seni, hiç bizlerle fors atacaksın, ama hiçte öyle biri değilmişsin, çok sevdik seni... Annenden izin al, hep yanımıza gel diye yalvardık. Biraz zaman geçtikten sonra, toz toprak içinde oluşumuz Ayşegül'ün annesini rahatsız etmiş, akşama yaklaştığımızı bahane ederek onu eve çağırmıştı.

  Ayşegül ise büyümüş de küçülmüş gibi, yanaklarımıza alışık olmadığımız iki öpücüğü kondurarak, yarın onların evde oyuncaklarını gösterme sözü verdi. O gitti, biz kaldık...

Bizim zaman kavramımız, evdekiler  yırtınarak bağırsa da; balkonlardan  kapılardan siniri bozuk akordiyonlar gibi çalsalar da, olmadığı için tarif edilemez bir merak ve mutluluk içinde sohbeti hava kararana dek uzatmış, ardımızdan fırlatılan bir kaç terliğin şerrinden evlerimizin yolunu tutmuştuk.

  Ertesi gün mahallenin aynı yaşlarındaki bu dört kız çocuğu için oldukça heyecanlıydı. Bizim sadece bir oyuncak bebeğimiz olmasına rağmen, aklımı kaybedeceğimiz güzellikteki oyuncakların çokluğu mest-ü püryan etmişti yüreğimizi. En çok oyuncak ütü ve onun masasına vurulmuştum. Bana bir günlüğüne ödünç verseler, ütüyle de masasıyla da akşam oluncaya dek oynar, bağrıma basıp bütün gece uyuyabilirdim.

  Ama nerde? Ayşegül bizim ganimet bilip, aramızda paylaştığımz oyuncaklarına bakmıyordu bile...

  Biraz oynadıktan sonra, dışarıya çıkalım diye tutturdu. Oralı olmadık bir süre ama o ısrar yağmuruna tutunca acıdık. Annesine yıkıntıda oynamama sözü vererek, karman çorman çıkardığımız terlikleri ayağımıza geçirip dışarıya fırladık.

  Evcilik oynamaktan sıkılmıştık, kaldırımın kenarına dizilmiş,ellerimiz yanaklarımızada birbirimizin yüzüne pişkin pişkin bakıyorduk.Bebekken nasıl büyüdüğümüzü anlatalım dedik birbirimize. Merakımızın doruk noktası Ayşegül adlı masal prensesimiz olduğu için, soru yağmuruna ilkin onu tutmuştuk.

 O ise bize öyle şeyler anlatıyordu ki, şaşkınlıktan elimizi ağzımıza götürüyor, sonra da birbirimize hayretler içinde bakıyorduk. Meğer bizim Ayşegül; onu (masal kahramanı) gibi baktığımızdan olacak, hayalindeki küçük Ayşegül'ü yalanın biri beş para türünden, anlatıyor da anlatıyordu. Sormayın bize neler anlattığını... Yedi aylıkken yürümüş... Daha bebekken konuşmaya başlamış... Ve en önemlisi altına hiç çiş yapmamış. Bu doğa üstü kahramana ve imrenen duygularla bakıyor; zihnimizde hem olanaklılığın, hem olanaksızlığın mantık savaşını sürdürüyorduk.

-Peki, karnında birikmedi mi çişley?

  Sizde pek safsınız dercesine:

 -Konuşuyordum akıllım bebekken, çişim geldi diyordum herhalde...

  Hepimizin bir ağzı beş karış açık:

-Gerçekten mi? Bebekken de mi sorularını, tekrar tekrar soruyorduk.

  Hayatımda duyduğum, o ne utançtır Yarabbi... Allah eyliğimizi vereydi he... Küçükken altımıza hep çişlemiştik ve geceleri de büyüdüğümüz halde devam ediyorduk buna. O ne utançtır o...Birbirimize pembeleşmiş yüzlerimizle bakındık, bakışlarımızdan suçluluğumuzun gizli fısıltısı ve mahçupluğu akıyordu. Mahzunca başımızı yere eğdik, hiç konuşmuyorduk... Ne gülmemiş başımız var idi... Torpağ başımıza heye...

  Eve girerken, kenarları sökük ince bluzumu, yırtılmış mavi naylon terliğimi, saçlarıma bağlanmış beyaz don lastiğimi... Her şeyi eksik ve kusurlu buluyordum. Hele geceleri ıslamıyım diye altıma serilmiş o naylonu çarçabuk kaldırıp, gizlemek istiyordum...

  İlerleyen günlerde kendimizle barışmış olmalıydık ki, bunu ilk günkü kadar takmıyorduk.

  Hatta geceleyin altıma serilen naylona; garip bir munzurluk, gizli bir şeytanlıkla gülümsemiştim bile.

  Napalım konuşamadıysak, bebekken?...Geceleyin haberimiz olamadıysa türlü bağrışmalara sebep olan felaketten? 

    ...


  Gitmesine yakınlaşmıştı Ayşegül'ün. Bir sabah, üzgün süzgün yanıma geldi. Annesinin gitmek için hazırlık yaptığını söyledi. Bizleri çok özleyeceğini dert yandı uzun uzun. Sonra elindeki paketi bana göstererek; bak bu sana bir hatıra bırakmak istedim alır mısın dedi. Yavaşca elindeki paketi aldım. İçinde mor renginde altın simlere bezeli küçük bir fular vardı. Mahçup mahçup yüzüne bakıp sarıldım, gitmesine şimdi daha çok üzülmüştüm.

 -Sonsuza kadar sakla, olur mu dedi. Evimiz  İstanbul’da iki katlı kırmızı kiremitli... Sokağın başındaki...

 -Tamam dedim... sanki gitsem, bulacakmış gibi... Çocukluk işte...

  Büyüyüp kocaman olduğumda, yani büyüyüp alımlı bir abla olduğumda İstanbul'a gitmiştim. Ne kırmızı kiremitli evi, ne de Ayşegül'ü bulabilmiştim. Ama hala aklımda, sonsuza kadar unutmama sözü verilmiş:

  Mor simli, hatıra fular...

26 Haziran 2010 Cumartesi

23 Haziran 2010 Çarşamba

Muhal

Var etmek istediğine öylesi bir hevesle koşuyordu ki, ne yapmak istediği hususunda tutarlı üç beş kelime kullanamayacak kadar boşlukta salındığını fark edemedi.

Boşluk büyüdükçe yalnızlığının onu ululaştıracağına dair düşünceleri kibirli ellerini yüreğine götürdükçe vicdanının muhataplılığına değmemecesine büyüdü.

Kendi için yaşıyordu...

Fakat... Kendi çığlıklarının gölgesi, (kendinin) ne ile yaşayacağına yöneltmedi yüreğini...

10 Haziran 2010 Perşembe

7 Haziran 2010 Pazartesi

Yaşama Sanatı

Popüler kültürün hegemonyasında eriyen sanat anlayışı ülküleri kapitalin dişlilerinde can çekişirken, bu ölümsü çığlıklara karşı sanatçı; kendi dili, kendi lisanıyla pay koparabilmenin derdini, ''birilerine birşeyler vermek''ten öte yaşıyor.

Bunu sorgulamıyor değil, ama düzen bunu gerekli kılıyor.

Bu yüzden; ''yaşama savaşı''ndan bizim anladığımız aslında birbirine tezat gibi görünen bir çok paydanın aynı anda var olabildiği, bu iki yüzlülüğe giderek ruhumuzun alıştırıldığıdır.

Geçenlerde okuduğum öykü antolojisinde buna örnek verebileceğim bir olaya rastladım.

Yazar hikaye kahramanını bir ses dublörü seçmiş. Dublör ilk işini yapmak için gittiği sette, yıllardan beri bu işi yapmakta olan, yaşlı bir dublörle karşılaşıyor.

İlk olarak; genç dublöründen köpek gibi havlaması istiyorlar, o biraz tereddüt geçirse de, gereklilik iç güdüsü ile bunu yerine getiriyor.

Bunu öylesi bir beceri ile yerine getiriyor, öyleysi bir kuvvette ulumaya, havlamaya başlıyor ki; teknik ekip alkış tufanına tutuyor genci.

Bravo, diyor yaşlı olan dublör...Bravo...Bu işi başaracaksın...

Satırları okurken, ürpermeden edemiyor insan.

...

Kitaplarda öğretilen sanatın toplumsal sorumluluk yönü olduğu ve bu sayade Kant'ın etiğine yaklaşacağımız.

Buna zaman zaman karşı çıkanlarda yok değil. Ama sonuç ne olursa olsun, aslında sanatçı; ''varedemediği'' ideanın huzursuzu.

Şair bir tanıdığımın, yayın evi yayın evi gezerken çektiği sıkıntının ne demek olduğunu onun düşüncelerinin ne demek istediğini, daha yeni yeni anlamaya başlıyorum..

Onun bürokrasinin hegomonyasından, kapitalin baskıcı yapısından ''kalemin uzak tutulması'' gerektiğini söylerken, toplumda çok iyi şeyler verdiği halde yalnızlaştırılmasına dair şikayetini anlayamıyordum.

Oysa ki zamanla, toplumda alkışlananlardan öte, alkışlanmayan;  toplumdan izole, kendi iç dünyasında, kendi fil kulesini inşa etmeye uğraşan bu bireylerin ne demek istediklerini anladım.

Hayyam'ı saltanatın önünde bir kese altını eğilip almaya tenezzül ettirmeyen o güç...Herkesin hem fikir olduğuydu.

Paraya baş eğmek zorunda bırakılan, o güçlü hegamonyaya katlanmak zorunda bırakılan birey ne peki?

Her ikisininde ''yaşama sanatı''nı bir tutmuyorum elbet...

Her Martin Eden kendi sularının derin serinliğini duymakla başlıyordu satırlarına ama, sonunda  saltanatın önünde bekleşmek zorunda bırakılan o kişiler, şairanelikleriyle hürriyetten dem vuruken; aydınlığa ''kendi karanlıklarından'' çağıran  Herakleioslar değiller midir?

Bana, benim ''yaşama sanatı''ından ne anladığımı  soruyorsunuz.

Penceremin paslı demir kafeslerini tutup, hıçkıra hıçkıra ''ben yüreğimin sesini dinlemek istiyorum'' diye ağladığımdı.

Ne kadar iyi uluyacağımı bilmiyorum.

Ama Maria Rikle'nin dediği gibi;

''Onlar söylediklerinden haklıydılar, o gerçekten düşmanlarıydı çünkü...''