26 Şubat 2009 Perşembe

HÜZNE..


Hiç birşey konuşmadan uzağa dikti gözlerini..

Adın ne diye sordu ..

Adımı söyledim, ama denize bakıyordum..
...

Bir an hangisinin daha güzel olduğunu düşündüm. Deniz mi,gözleri mi?

Hani simsiyah bir geceden gelmişsinizdir de, çiçeklerin varlığından onları özlediğiniz halde haberdar olamamışsınızdır.

Nasıl bir şey hayal bile edemiyorsunuzdur.

Öyle bir yerdeydi duygularım...
....

Biliyor musunuz diye bildim sadece o an..

Herkes şiirlerin kendisine söylenmesini arzu eder..

Ruh buna aşınadır.

Ama şiirin kendisi olmak?
....


Gözlerini gözlerime dikti,ve ardındaki günler boyu hep sustu..

.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Hatırat Defteru


Büyük softası olan bir evde büyüm ben.

Taş yığma dönemin incelikleriyle süslenmiş bir ev olsa da, kışları damladığı için odaların ötesinde berisinde illaha bir leğen bekleşirdi.

Gömme dolapların, demir kafesli pencerelerin, oymalı merdivenlerin, tereklerin ve hatta tandur evinin olduğu bir ev düşünün.

Dış kapıda demirden dökülmüş iki tane el şeklinde tokmak bulunur. Bunların zarif bir kadın elini tasfir edenine kadınlar vurur, diğer güçlü bir erkek elini andıranına da erkekler vurur ve böylece gelenin erkek mi, yoksa kadın mı olduğu anlaşılırdı.

Divanlarında halı yastıklar, gelinlik etaminleriyle süslü yataklıklar, yerlerde kremit rengi demirci halıları, kilimler, üç oda, iki tane dev gibi sofası olan bir mimari.

Amcamın gıcırdayarak ilerleyen işportacı tezgahi köşeyi dönünce; çığlığı basar, evdekilere türlü yeminler ettirir, bir divanın ardına saklanırdım.

Amcam'a;
_Cumpulli kız kayıp oldu amcası, hele bak ki nerede? diye sorulur.

Amcam yalandan ahu eyvahlar eder, sonra teker teker olmadık yerleri arar, en sonunda divanların ardı aklına gelmiş gibi yaparak, eğilip beni aramaya koyulurdu...

O beni bulana kadar heyecandan kalbim pıt pıt çarpar, çamaşır selesinin kenarından gözüken sığışamamış küçük ayacıklarım yakayı ele verdirdi..

Bulunca beni, ortalığı bir neşedir basar, öpe koklaya çok zor bulduğunu çünkü çok iyi yere saklandığımı söylerdi.

Bende hayıflanır, bir dahaki sefere beni kattiyen bulamayacağı bir yere saklanacağımı ciddiyet içinde söylerdim.
Dolapların birine saklanıp, evdekilerin yüreklerini ağzına getirme planımda fena değildi hani...

                                                            ....

Ayyaş Kemal'in karısı Canan Yenge komşu kadınlarla laf dalaşına girdiğinde, mahallede nefes dahi alınmaz, herkes faltaşı gibi açılmış gözleriyle Canan Yenge'nin can hiraş bağrışmalarını izlerdi.

Çocuk aklımızla bundan daha sonra özel bir zevk almaya başlamıştık.

Elif bu olayı makara şeklinde hafızasına kayıt yapar, sonra köşe başlarında mahalle kızları Canan Teyze rolünde eli belinde bağırıdı, yırtınır vaziyette;

_Farşımalamat olasan Hüsniye! Ettiğin bulasan, vış aman illallah külli iftira!..

Canan Yenge'nin bu küçük gösteriden haberi olsaydı, kesin bacaklarımızı kırardı. 

                                                  ....

Mahallede kimin kapısına, odun kömür gelse Erkan mektep elbiseleri ile bağıra bağıra bizi yardıma çağırır, çocuk aklımızın oyun merakıyla kamyonun kenarlarında sıkış tıkış vaziyette önce durumu izler, sonra yardıma koşuşurduk.

Bu yardımların birini hatırlarım.

Felçli Mahmut Dede'nin kış için gelen odunlarını hep birlikte kömürlüğe taşımış, sonrasında Hacı Teyze'nin tereyağlı erişte pilavı sofrasına davet edilmiştik.

Evlerine bir sürü çocuk ordusu ilk kez giriyorduk. Etrafta ki herşey ilgi çekiciydi bize göre, biraz lüks geldiğinden kristal lambanın büyüleyici görüntüsünü ağzım açık, bir kaç dakika izlemiştim.

Bakışlarımı bizi köşede izleyen, sönük gözleri çocuk ordusunun üzerinde gezinen Mahmut Dede'ye çevirmiş, ömrüm boyunca hiç unutamayacağım o kül rengi yüzünde bir umut ve mutluluk aramıştım..
Hiç unutamadığım o bakışlar, mecalsiz ve umutsuzluğa yenik düşmüşcesine sönüktü.

Neyse sofra hazırlana dururken, bu kargaşa benim Mahmut Dede'nin umutsuzluğunu unutmamı ve dikkatimin dağılmasına sağladı.

Her yaptığından utanan minicik ayaklarım daha bir birbirine geçer vaziyette,sofranın kurulurken ki ihtiramı izliyordum.

Sorun şuydu; ömrümde ilk kez Amerikan filmlerindeki gibi bir masaya oturmam gerekiyordu,iç sesim sürekli bana nasıl çatalla nasıl  kibar kibar yemek yenileneceğinin sorusunu soruyor, bunun tecrübesizliğiyle, ötekilere bakıyordum.

Güç bela masaya oturdum,kah bildiğim dilden, kah bilmediğim dileden yemeğe koyulmuştum ki,sanırım  iştahlı görüntümden olucak, Hacı Teyze gülerek;

_İstiyormusun bir tabak daha vereyim  Ayşe? sualine hayır manasına gelen bir baş sallamasıyla cevap vermiş, aynı anların, hızla geçen saniselerinde yüreğimden bütün içtenliğimle;

''İstemez olurmuyum,Hacı Teyze, senin ki de laf hani, utanıyoruz şunun şurasın da'' diye geçirmiştim.

Eve geldiğimde yiyemediğim ikinci tabağı içten bir pişmanlıkla anlatmış,bu durumdan Hacı Teyze'ye gülerek bahseden yengeme, bir poşet erişte benim için yengeme hediye edilmişti.

                                                ....


Yazları camiye gitme merakının o bitmez heyecanıyla zırıl zırıl ağlamış, büyüklerimle gitmeme müsade edilmişti.

Elif ve bendik küçük olan. Sabah erkenden kalkıp, başıma beceriksizlikle sarılmış bir yemeni, ayağıma çiçekli basma eteğim elimde supara çocukların ardına takılmıştım.

Camimin tarihi ve mistik bahçesi içinden geçerken, sakallı dedeler; bize bakıp bakıp gülüşüyor, adlarımızı soruyorlardı.

Etraftaki yeşil çimenlere bakarken büyülenmiştim adeta. Neden bilmiyorum o gün o bahçenin ömrümde duymadığım çok değişik bir kokuyla ruhumda kalmış izleriyle hatırlarım.

Yukarıya çıktık, kısa boylu orta yaşlı hoca cübbesiyle göründü.Yine yüreğim pıt pıt ötüyor, bakamıyorum bile hocanın yüzüne, hoca eğilerek, adımı sordu.

Omuzlarımı silktim utancımdan. Elif atıldı hemen;

_Cüphanekeyi biliyo ama!..

Hoca o zaman okusun dedi, ben yine aynı moddayım.Başımı yere eğdim iyicene, hoca anladı çok utandığımı, vazgeçti bu isteğinden.

Bakmayın o zamanlar çok utandığıma, sonraları bir açıldım pir açıldım ki sormayın..

Oğlan çocuklarıyla türlü fırıldaklar işlerdim camide.

Birgün aklımıza dahiyane bir plan geldi. Birisi tabutu tersine çevirip içine girecek, bende kızlara o tabutun içinde ölü olduğunu ciddiyet içimde fısıldayacak, tabutun içindeki çocuk hareket etmeye başlayınca, kızların ödlerini iliklerine karıştıracaktık.

Uygulamaya konuldu plan.

Kızlar öğlen molasından yukarı doğru çıkarken, onları elimle durdurup, korku dolu kelimelerimi fısldamamla birlikte hepisi, elindeki suparalara  sarılmış bismillah çekeren, tabutlar hareket etmeye başladı.

Kızlar çığlık çığlığa birbirlerini ite kalka merdivenlerden inerken,biz gülme krizine girmiştik...

22 Şubat 2009 Pazar

Opera

Malum devirlerde halk aydınlatılmak üzere projelere tabi tutulur.

Medeniliğin tek resmi olan opera, tüm memlekette sesini işittirecek, böylece aydınlanmış halk zuhur edip geleceği kurtaracaktır.

Operanın yolu bir gün Sivas iline düşer.

''Sivas illerinde sazım calınır'' türküsü pek demodedir o dem.

Davulcuların davullarını alıp; duyduk duymadık demeyun!.. Heşmetli padişahumuz ,size bir fermanı var deme devri bitmiştir.

Devir, operacı hatunun cıglıklarıyla devşirilme devridir.

Devir başka devir, zaman başka zaman ...

Belediyenin yeni takılmış ses sistemiyle anonslar sık sık yapılır.

Yeni cıkan gazeteler bu olayı anlatır da, anlatır.

''Tüm Sivas halkı operaya davetlidir''

Kahvelerin cay sohbetlerinin konusu olur opera, acep nasıl bişeydir?

Bakkalcı Hüsnü'den, Manav Ali'ye halk sözleşir ve beraberce giderler opara dinlemeye.

Salon tıklım tıklım..

Gazeteciler, cocuğuna şaplak indiren Ayşe Yenge'yi çekiyor.

Derken opera başlar.saatler nasıl gecer bilinmez, en sonunda biter konser.

Bir gazeteci izleyicilerin arasına dalar, gözüne bir Sivas'lı yı kestirir.

Gayet nazik bir ses tonuyla;

_Efenim nasıl buldunuz opera dinletisini?

Sivaslı ürkek bir tavırla bir sagına, bir soluna bakar ve alçak bir ses tonu ile şu kelimeleri fısıldar;

_Valla mirim; Sivas Sivas olalı, Timür'dan sonra, bele zülüm görmedi!..

20 Şubat 2009 Cuma

Gün Doğmadan Yazılan Mektup

''Şarkı söylüyormuşum
Sokaklarda,
Görmüşler.
Yere yere bakıyormuşum
Yürürken,
Duymuşlar.
Sonrasını kendileri uydurmuşlar. ''

Özdemir Asaf

Kimse bilmiyor seni...

Anlatamadığım ve boğazıma düğümlenen ne varsa senden yana, işte o sebebin üşümesiyle yazıyordu Nüveyba' nın düşünü görmüş yazıcı...

Yeşil otların yanağına çise vurup, yumuşatmadan bekleşen ve üşüyen bedenleri,
yazılmalıydı, kalemi düş görecek kadar küçük bir yaşta öğrenilmiş acılar.

Kapanmaz acıların açtığı yaralar en çok cocuklarda, diyor İsmet Özel..

Herkesin kabul ettiği bir akşamdan, herkesin görmeye üşendiği bir andadır kalem.

Diyorki Ateş; urganını koparanların koşup şövalye olmak için didindikleri bir yerdedir davam, ey aydınlık yüzlü çocuk çoğunun gemisi kağıttandır bilesin.

Aydınlığın düşünü ruhlarında kuramamış karanlık sayfam.

Karanlığın urbasını çocuklara, aydınlığın ışığını kinden kan tutumuş ruhuna mı mal ediyorsun?

Yoksa bunca acıdan alkışlanmak için medet mi umuyorsun?

Uğur Mumcu'ların, Ahmet Taner'lerin kanını maskelerine sürüp kendi gecesine yürüyen gece...

Vicdanını kanatmayı bilmiyorsa yüreğin sabahına çok var henüz ...
....

İşte bunlar kendi ülkesinin düşleri kurmak için çırpınıp can vermiş gencecik dimağlarına kurulmuş, en mücehhez katillerdir!..

Utanırlar anaların ağıtlarından..

Ve bekleşirler; son nefeslerini versini verene dek nasırlı ellerin yürecikleri, kurtulsalar vicdan cehenneminden.

Ah gelincik çiçeği..
....

Yedi tomurcuk düştü toprağa Ateş.

Anasının ölü bedenine süt diye sarıldı bebe...

Neden bunca acının ruhumu düğümlediği bu anda, kimse kimseyi duymuyor?

Ey ana, ey benim ölüsünün göğsüne yapışıp bekleştiğim umud.

Bilirim bilirim de, yine de söylerim.

Gelmeyeceksin.

Sana burcu burcu çiçek kokan düşlerimi, sabahın ayazında gönderiyorum...

Hanzala'nın yüreğide benledir ana...

Ve diyoruz ki; iskiridye kabuğunda uyumaya gitmiş çocukların suçu nedir?

...

Umutlarımı uçurtama yaptım ana...

Bekle beni denizin öbür ucunda...

Bekle...

Hasretle öpüyorum ceviz yaprağına sarılmış, üşüyen ellerini...

Bekle ana, bekle...

.

Mutluluk


Dolup dolup taşarya su bakraçtan..

Hani gözlerinden vurulur ya bir ceylana avcı.

Bir dağ çiçeğin ardındaki sukutun,

Bunu anlatıyor bana.

Keşke yüreğimi avuçlarına,

Usul usul yağan yağmur gibi bırakabilseydim.

Sevmelerini...

Seni seviyorum Gökyüzü...

Seni çok seviyorum...

14 Şubat 2009 Cumartesi

Güvercin


Adam denizin kenarındaki kayalıklara oturmuş, derin bir sesizlik içind;e karşısındaki güvercinlere parmaklarını elindeki kaseye daldırıp yem atıyor, aynı anda kanat çırpışan güvercinler, o tarafa doğru hucüm ediyorlar, bu onun tebessüm etmesine neden oluyordu..
Bazen küçük çocuklar; büyük bir sevinç içinde kuşlara doğru, minicik ayaklarıyla koşuşturup içlerine dalıyorlar, bu bir sayfanın yavaşça kenarından kaldırılıp yön değiştirmesi gibi, güzel bir görüntüye sebep
oluyordu.

Adam buğulu gözleriyle bu görüntünün zevkini garip bir iç burukluğuyla izlerken, başka bir yerde siyah kalın kaşepaltosunu giyinmiş genç bir kadın sahile doğru ilerliyordu. Kadın deniz kıyısındaki kumlara çömeldi ve üşüyen ellerini montunun cebinden çıkarıp dizlerini kendine doğru çekerek, ellerini birbirine kavuşturmuş, denize dalgın dalgın bakmaya başlamıştı.

Özlemek dedi içinden...

Bunu iliklerine kadar hissediyor, gözlerini ara ara kapatıp denizin kıyısına dalgaların nasıl vurduğunu sonra yavaşça nasıl çekildiğinin dinliyordu..

Ardına baktı, önünde gördüğü denizden daha güzel bir çift gözle karşılaştığını hayal etti.Bir elin omzuna usulca dokunduğunu hisseder gibi oldu
Yüzü ışıldadı bu hayaline.

Geldin mi diye fısıldadı kadın, evet dedi adam, yavaşça alnına bir öpücük kondurdu.

O an kadının yanaklarından kristal gibi iki parıltı indi usul usul..

Doğruldu yerinden..

Adamın biraz evvel terk ettiği güvercin parkına doğru yöneldi.

Yürüdü, yavaş ve kaldırımların canını incitmek istemeden...

Güvercin parkına gelince ,bir güvercin yakalamak için uğraştı.
Biraz zor da olsa, güvercinlerden birini yakaladı.
Güvercinin heyecan dolu kalbi, pıtır pıtır atıyordu, avuçlarının içinde duyduğu bu heyecan, seven bir insanın sevgilisini gördüğü anki heyecana denkti.

Gülümsedi.

Gelecek mi? diye fısıldadı, güvercine..

Bu sefer ölme güvercin dedi kadın, ne olur bu sefer ölme!
...

ne olur kim olduğunu bilsem pia'nın
ellerini bir tutsam ölsem böyle
uzak uzak seslenmese
ben bir şehre geldiğim vakit
o başka bir şehre gitmese
otelleri bomboş bulmasam
içlenip buzlu bir kadeh gibi
buğulanıp buğulanıp durmasam ne olur
sabaha karşı rıhtımda çocuklar pia'yı görseler
bana haber salsalar bilsem
içimi büsbütün yıldız basar
bir hançer gibi çıkıp giderdim
ben bir şehre geldiğim vakit o başka bir şehre gitmesin
gapur yolunda demeseler
bana bunu yapmasalar yorgunum
üstelik parasızım pasaportsuzum
ne olur sabaha karşı rıhtımda
seslendiğini duysam pia'nın
sırtında yoksul bir yağmurluk
çocuk gözleri büyük büyük üşümüş
ürpermiş soluk ellerini tutabilsem pia'nın
ölsem eksiksiz ölürdüm.


Atiila İLHAN

11 Şubat 2009 Çarşamba

Berivan


Uzanan kıvrılan, sonra dağılan yollar bilir misiniz?

İçinde parçalanırcasına yırtılan hazin hikayelerin, yıllar sonra asla unutulmamış yara izlerinin ne demek olduğunu hangi ercai anlayabilir ki?

Hayat çığlık çığlığa mutluyken değil, onun sert acıtan yanlarının, yüzünüze çarpmasıyla idrak edilen kendine getiren birşey.

...


İlhan'ı o ezik çocukluğun içimde kalmış en masum prensi olarak hatırlıyorum.

Soğuk bir Eylül sabahı yolda yürürken onlara ilişti gözüm...

Kirli gocuğunun rengi solmuş şapkasını üşümemek için önüne doğru çekeliyor, birşeyler konuşuyordu durmaksızın.Yanlarına yaklaştığımda;

_Merhaba ufaklık dedim (burnuna ellerimle dokunarak), nereden geliyorsunuz böyle abla kardeş, söyleyin bakalım?

Ablası hafifçe başını eğdi o utananan konuşmaya çekinen siyah gözleri yere düştü, belki birşeyleri söyleyip söylememe arası gidip geliyor, ne söyleyeceğini pek bilemiyordu..

Doğulu ve bir türlü düzgün konuşmayı beceremediği lehçesiyle;

_Hasteneden gelirik dedi, İlhan'ın beyninde dedi kekeleyerek,
ne bilim işte birşey varmış, ( kesik ve ötekilerden kopuk bir halde) gafası agirir durmadan..

İlhan, hiç birşeyi anlamayan o masum beyaz yüzüyle bana bakıyordu o an.

_Ne varmış, ne gibi birşey Halime?

Benden birkaç yaş küçük genç kız rahat davranmaya çalışıyor ve birşeyler olduğunu belli eden, tedirgin gözleriyle bana birşeyleri fısıldıyordu sanki..

İlhan'ın yanında konuşamayacağımız düşünerek, şakayla karışık uzaklaştırdık yanımızdan.

Halime titrek dudaklarıyla;

_Caney diyiylerki ur varımış gafasında! Ur gurban ur, yaşamaz diyiy doktor, ah ander galasıca acı bizimi bulur söyle?

Ne diyeceğimi biliyor değildim o an...


İçimden büyük bir buzulun yavaşça kayıp suların derinliklerine inişi gibi; anlatılmaz, garip, iç yakan bir acı duydum...

Gözlerine baktım Halime'nin.

Simsiyah gözleri çare arar gibi umutsuzca bana bakıyordu.

_Üzülme Halimem yaa Allak büyüktür, diyebildim soğuk titrememek için çırpınan bir ses tonu ile...

....

Bir kaç ay sonrasıydı, onların evindeydik yine.

İlhan bir köşede ayakta duruyor; ara ara önünde durmadan yaramazlık yapan amca çocuklarına, birşeyler söylüyordu.

Dedesi İlhanın yanağına ak sakallarını dayayıp, küçük bir öpücük kondurarak;

_İlhan'ı oyuna alın diye seslendi ötekilere.

Öteki çocuklar, hasta olduğunu bildikleri için onu incitmiyorlar, ortaya aldıkları İlhan'ı güldürüyorlar, eğer vurmaları gerekirse hafifçe dokunuyorlardı.

O ise bazen yere bakıyor, bazen benimle gözgöze gelip gülümsüyordu.

Dedesi bana baktığını fark etmiş olacak ki, yüksek bir sesle bizim tarafı işaret ederek ;

_İlhan hele oğlum de, bu kızlar ne güzel kızlar degil mi? Onlardan hangisini alayım sana büyünce?

İlhan birden yanakları pembeleşti, utanmıştı.

Küçük parmaklarıya beni göstermişti.

Herkes gülüşmeye başladı o an. İlhan'a  kızlar takılarak;

_Aşk olsun İlhan bizi niye beyenmedin, o kürt kızı değil, kara değil, ondan he?

Uysal başını yere indirdi ilkin, sonra bakışlarını bana çevirerek belli belirsiz o siyah gözleriyle gülümsedi.

Dedesi ;

_İlhan oğul, Rabbin dualarını kabul eder senin ,dedi. Neyi dilirsen söyle hele? diye sordu.

Dede dedi, elleriniyle havayı gösterek;

_Ben gelen misafirlerimize ikram edecek, hep birşeylerimizin olmasını istiyorum...

Çocuk işte dedim içimden.

Varoşun yokluğunda; çocuklarını başkalarına iyilik etmeye çağıran o ruh, çocukluğumdan beri bize de öğretilen güzelliklerden biriydi.

Biraz daha oyalandı İlhan...Henüz kırkı bile çıkmamış ikiz kardeşlerinin yanaklarını usulca öpüp, dışarı çıktı.
...

Ertesi gün evlerinde o insanın içini yırtarak ilerleyen ağıtları yükseldi göğe...

 Yanına gittiğimde bembeyaz olmuş dudaklarıyla, tıpkı akşam olduğu gibi tebessüm ediyordu bana...

Berivan,ah huma kuşum!


.

5 Şubat 2009 Perşembe

Gece Mektubu


Belkide dizinin dibine oturmak istediğim o gün, aşkı öğrenmek istemiştim senden..

Avuçlarımın içinden usulca öperken, gülümseyeyen kelebeklerin sesleri ölürmüydü yoksa?

Hükmümün ölüm olmasına suskunluğum, kalemin hükmümü yazıp kurumuşluğundan mıdır?

Yoksa o yeşil dalmıydı kalem?

Hükmümü daha fazla acı çekmiyeyim diye ölüm yazan kalem...

Ey benim önceleri, annemin çeyiz sandığı olmuş idamım.
...
Ne çılgın menekşesin vaktin ihtilalinde, öyle diyor biryanını çocukların esir aldığı şair...

Elif siyah gözlerini utanan mimozaların düşlerinden mi satın aldı bilmiyorum, bilmiyorum gecemin siyahının, mavini suçlu çıkarmasının nedenini...

Bir rüyaydı gördüğüm, erik ağacınında aya bakarken duyduğum o rüzgar, ilkin o fısıldamış adını, gülümsemişim umasızca...

Niçin gülmüşüm, ve niçin güldüğüme gülmüşsün?

Adını tutsak edip, prangalayıp sevmelerini, damarlarındaki kanı boşalmasını izlememin neresi adil?

Söyle bana gökyüzüm...

Söyle.

Uyandığımda düşümden, en çok pembe tokamın çocukluğuna tebessüm edeceğim.

Uyandığımda düşümden, simsiyah bir gecede kalacağımı bilsem de,

yine de seveceğim seni...


Belkide aşk henüz söylenmemiş bir şiirdir...

Belkide o akıtılan göz yaşlarının bedeli, çivit mavisi evlerin içindeki gömüde derlenecektir...

Kim bilir, kim bilir...

Yansıma

''Senin bu dünyada işin ne melek?

Ne işin var ölü bir ağacın soğuk gölgesinde ?

Işığa sarınıp papatya gibi beyaz kokmak varken,

simsiyah kokan sessizliğe sarınmak niye ?''


( 2009,Ocak)

...


Çareleri bir bir elinden alınmış birinin, sevmesinin muhbiri çözülüyor.

Hayaller hep istenene isabet ediyorsa, çaresizliğin içine hapsolmuş bir yalnızlığa davet edilir ruh.

Bir kristalin paramparça olmuş seyrine, ışığın düşüyor dedi adam ve böylece saman yolunun büyüsüyle tek tek acıtan ucu sivri kayalara dokunuyor bedenim...

Fısıltılarını duymak için gözlerini kapadığında, gecenin seyri midir duyulan?

Yoksa ne gerçek ne yalan mavi, uçuk pembe düşlerin mi?

Med ve cezir...

.

Martıların Dilindeki Adam


Bakıyorum bir an bulmak için kitaba gece, diyor ki ana oğul doğurur, sonra susar ruhunda ateş.

Yetişmekse içinden geçen martılara, başkası yok bunun celladısın kendinin.

Ah aynalar, ah aynalar söyleyin bana ben kimim?

Meydanda gözyaşlarını satan pazarcıların, ruhlarındaki boğuk tecessüs şarkıları; dindirmiyor, ufukta bekleyen Anka Kuşu'nun acısını...

Bu yüzdendir gözlerini gözlerine dikip yüreğini, öyle direnmesi...

Martıların kanat sesleri, ceviz yapragı kokusuna sarılıp kuşattılar tüm siperleri.

Çok zaman körlüğün diline beyaz sayfaları anlatmış, elinde tüm savaşçı naralarını bilemiş ruhum, istimlak ediyor zamana...

Taksirat bulaşıcı bir secere, aklayamadım kendimi.

Zarif martıların ruhunu ölü göğsüne doldur benim için, olur ya gelirim Anka nerede diye adres sormaya..

Ne zor şey, anlatamadığım ananın dili...

.